Kudbettin Gök, Meşa Selimoviç’in Derviş ve Ölüm kitabını değerlendirdi:
“Derviş ve Ölüm” Osmanlı Bosna'sında bir kasabada kardeşinin yetkililer tarafından haksız yere idam edilmesi üzerine olayı içselleştirip, kendini sorumlu tutan Mevlevi tekkesi şeyhi Ahmet Nureddin’in, yaşadıklarını, hissettiklerini, korkularını, acılarını, zaaflarını, kişilik kırılmalarını, romanda en can alıcı nokta olan iç çatışmalarını ele alan ve kurgusunu felsefi bir alt yapıda hazırlayan, okunması güç ama kolay da unutulmayan bir klasik eser özelliği taşır. Kitabının temeli adalet ilkesinin çiğnenmesi üzerine kuruludur. Ahmet Nureddin’in yaşamının, beyazdan siyaha geçişini hazırlayan sebepler zinciri, kardeşinin devlet tarafından haksız ve hukuksuz bir şekilde derdest edilip kalede boğularak öldürülmesi ile başlar. Derviş’in içindeki intikam ateşinin fitili bir anda ateşlenmez, kanunlara uyma gereği ile kardeşine yapılanlara seyirci kalmak istemeyişi, içindeki huzursuz dilemmayı körükler ve kişiliğindeki yarılma (düalizm) açığa çıkar.
Ahmet Nureddin’in kişiliğindeki bu değişim, romanın “varoluş felsefesi” etrafında biçimlenmesine de imkân tanımıştır.
Sartre varoluşçuluk kavramı etrafında “kendinde varlık” kavramına açıklık getirirken “insan ilk olarak kendi hiçliğiyle tanışmak zorundadır. Hiçliğin insani varoluşun en belirleyici yönü olduğunu, insanın hiçlik sayesinde kendisiyle dünya arasındaki farklılığı gördüğünü, böylelikle kendini aldatan insan değil; sadece sahici bireye varılabileceğini ve bu sayede bireyin kendi özelliklerinin farkına varabileceğini” ifade eder. Romanda bu halin yer aldığı şu paragraflar çarpıcıdır.
“Adım Ahmet Nureddin, bana verilen bu adı gururla benimsemiştim. Oysa şimdi, sırtımda deri gibi kat kat dizilen bunca uzun yıl geçtikten sonra bu ad hakkında şaşkınlıkla düşünürken arada bir gülümsediğim bile oluyor.”1 (sayfa: 14)
Romanda varoluşçuluğa işaret eden pek çok paragrafla karşılaşmak mümkün. Kitabın yazıldığı dönem de varoluşçuluk felsefesinin zirve yaptığı döneme dek düşer. Ancak değerlendirmemiz salt felsefik açıdan olmayacağından detaya girmeksizin romanın dikkat çeken diğer konularına geçmek daha isabetli olur.
Selimoviç kitaba başlarken:
“Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm Hokka ile kalemi ve yazmakta olan şeyleri tanıklığa çağırıyorum; Yanıltıcı akşam karanlığı, gece ve gecenin canlandırdığı her şeyi tanıklığa çağırıyorum; Ayın on dördü ile şafak vaktini tanıklığa çağırıyorum; Kıyamet gününü ve kendi kendini kınayan ruhu tanıklığa çağırıyorum; Her insanın daima zararda olduğuna dair. Her şeyin başlangıcı ve sonu olan zamanı tanıklığa çağırıyorum.” (Sayfa :13)
Kur’an ayetleriyle başlaması manidardır. Bu sayede kalabalıklar içinde olsa bile yalnız ve güçsüz bir insanın trajedisini gözler önüne serer. Gücün karşısında “etkisiz bir yokluk” ile “kötü bir varlık” arasında kişiliğinin ölüme doğru nasıl sürüklendiğinin müdafaası gibidir bu ayetler. Ölüm ise sadece bedenin ölümü değil, aynı zamanda Ahmet Nureddin’in kişiliğindeki iyi insanın da ölümüdür. Romana ismini veren Dervişin yanına konulan ölüm metaforu sırf bu yüzden daha bir önem taşır.
Ahmet Nureddin kitapta hem “anlatan” hem de “yazan” konumundadır. Kitabın son cümlesinde kitabın asıl karakterlerinden biri olan Hasan’ın eklediği not, kitabın aynı zamanda bir “hatırat” olduğunun da anlaşılmasını sağlar.
Derviş ve Ölüm kitabı toplam on altı bölümden oluşur. Ancak konuların muhtevası kitabı iki ana kısım etrafında ele almamızı mümkün kılar. İlk kısım 1’den 9’a kadar olan bölümler, ikinci kısım ise 10’dan 16’ya kadar olan bölümlerdir.
Romanın birinci kısmında, Derviş Ahmet Nureddin’i, baskıcı bir idarenin elinde tutulan kardeşini kurtarmak için beyhude çırpınan tek ve yalnız bir adamın çaresizliği içinde görüyoruz.
Derviş, dönemin siyasi ve dini otoritelerini, yerel kadısını, kaymakam ve müftüsünü ziyaret ediyor serbest bırakılması için onları etkilemeye çalışıyor, ancak her buluştuğunda ya kayıtsızlık ya da tehditler ile karşılaşıyor.
Beklemediği akıbet yani kardeşi Harun’un ölümü tekkenin diğer dervişi olan Hafız Muhammed tarafından kulağına fısıldamasıyla Şeyh’in ruh dünyası bir çatışma alanına dönüşüyor. Derviş Ahmet Nureddin’i bu bölümlerde kardeşinin hukuksuz ölümü karşısında vicdan ve iç muhasebesinde “tanık”, sonrasında yapılanlar karşısında sisteme karşı tereddütlerinin ve kıpırdayan vicdanının sonucu olarak sanık olarak görüyoruz. Bu bölümde Dervişin derinden dertli ve yaşadığı zorluklar karşısında hazırlıksız olduğu söylene bilinir.
Sisteme olan inancı yavaş yavaş zayıflarken, içinde çoğalan intikam ateşinin kıvılcımları sessiz ve derinden tutuşmaya başlamıştır. Bu sürece kadar dervişlik rolünü en iyi şekilde ifa eden Ahmet Nureddin, kardeşinin kalede zalimane boğulmasıyla kendisine bile itiraf edemediği intikam duygusuna yenilmiş, iç dünyasında dervişlik cübbesini üzerinden çıkardığının bilincinde olmadan, ruhunun derinliklerinde meşum duyguların tohumlarını büyütmektedir. Böylesi bir son tahmin edilen bir son değildir ancak adaletsizliğin olduğu bir dünyada herkes ya sesli ya sessiz suçlu değil midir? Adaletsizliğin giderilmesinin güç olduğu bir sistemde birey hakkını ya gayri meşru şebekeler eliyle ya da hiçbir şekilde elde edemeden yaşar. Adalet tecelli olmadığında ise birey içten içe büyüttüğü kötü duygulardan beslenmez mi? Ahmet Nureddin bu duyguların kurbanıdır.
Hakikat o ki Ahmet Nureddin’in dervişlik serüveninin evveliyatında da olağan olmayan nedenler vardır. Olağan olmayan zamanlar, olağan olmayan kişiliklerin de habercisidir…Belki de ikinci bölüm olarak adlandırdığımız bölümlerde dervişin kişiliğindeki yarılmanın asıl kodları dervişliğe geçiş sürecinde de aranabilir.
Dervişlik öncesinde Ahmet Nureddin, nişanlıyken kendini savaşın orta yerinde bulması, savaşla birlikte oluşan sosyal yıkım, muharebe esnasında şahit oldukları, sonrasında yanına aldığı Yusuf’un ve annesinin savaşın ortasında acı verici dramı ve içselleştirdiği toplumsal çözülmeler, savaş dönüşü Ahmet Nureddin öldü sanıldığından nişanlısının bir başkasıyla evlendirilmesiyle, kendinden, ailesinden ve köyünden büsbütün kopuşu, kendini bir Mevlevi tekkesinin Şeyhi olmaya doğru sürükleyişinde en önemli etkenlerdir.
Aslında dervişlik Ahmet Nureddin için bir kaçıştır. İkinci kendinden kaçış, kardeşinin intikamını hiç de etik olmayan bir planla aldıktan sonra dervişlik cübbesinden sıyrılıp kardeşinin katline ferman yazan kadının görevine soyunmasıyla yaşayacaktır.
Kitabin 10. Bölümünden sonraki İkinci kısım tümüyle başkalaşan Ahmet Nureddin in hikayesi üzerine kuruludur. Bu kısımda, baskıcı sistemin içine karıştığı ve sistemin bir parçası olduktan sonraki çırpınışları yer alır. Hukuk ve Edebiyatın yüzleştiği bu bölümde bambaşka bir Ahmet Nureddin vardır.
Yaptığı gayri meşru plan kitlesel eyleme dönüşmüş, enerjisi başarıyla neticelenmiş, kadı muhaliflerce öldürülmüş, Harun’un görünürde intikamı alınmıştır. Ancak bilincin derinliklerine yerleşen kötülük silsilesi adaletin tesisini değil benzer kötülükleri doğurmaz mı? Ahmet Nureddin’de kötülüklerin tam ortasında kendini bulmuştur. Kadı olması, muktedir olması onu iyi kılmamıştır. Aksine kötülüklerine kötülük eklemlenmiştir. Darbe yine aynı yerden gelmiştir. En yakınından.. Besleyip büyüttüğü, evladı gibi baktığı Molla Yusuf’tan. Harun’un katline sebebiyet veren, Ahmet Nureddin’inde katline sebep olacaktır. Dervişliğin tevazuundan sıyrılıp kadı olmanın kibrine düşen Ahmet Nureddin’in önüne intikam soğuk yenen bir yemek gibi gelmiştir. Vakit yeni bir kaçışa gebedir. Ancak kaçacak yer yoktur. Ölümden gayri…
Derviş Ahmet Nureddin, ilk olarak kardeşinin ölüm acısını yaşamış, ardından kendi içindeki iyi insanın ölümüne tanık olmuş, bundan dolayı da kendi ölümünü tevekkülle karşılamıştır.
Selimoviç’in eserini sıradan bir intikam hikâyesi olarak görmemek gerek. Kitap aynı zamanda tarihi bir işlevde görür. Kitabın başında kendine ait gerçek bir hayat hikayesinden söz eder. Bu da kardeşinin Yugoslav ordusunda muvazzaf bir askerken, Yugoslavya hükümeti tarafından öldürülmesi ve yazarın bunu içselleştirip acısını 20 yıl sonra bile unutamayıp romanlaştırarak kurgulamasıdır. Romanda mekân seçimi olarak Osmanlı idaresi altında yaşayan Bosna’da olayların kurgulanmak istenmesi, yazarın yaşadığı dönem baskıcı Yugoslav rejiminin despot ve hukuksuz idaresi ve romanın iktidarın hışmına maruz kalmak istememe maksadı taşıdığı pekâlâ söylene bilinir. Kurgunun mekânsal farklılığı, Yugoslav okurları arasında pozitif etki alanı da sağladığı görülmektedir. Ancak buna başka bir ilave yapmakta gerekir. O da çöküş dönemi Osmanlı’sının, Balkanlarda belki de çökmesine sebep olan başat rolün, idarecilerin tebaası üzerinde haksız, hukuksuz baskı ve tahakkümü olduğu tarihi gerçekliğine de ayna tutar. Bununla birlikte roman, Osmanlı dönemine ait tarihi mekân ve sosyal dokuyu, kişilerin ruh dünyasından fiziki yaşantısına kadar ince eleyip sık dokuyarak ve cömertçe işleyerek tarihe kaynaklık teşkil edebilecek Bosna Osmanlı’sına ait tarihi bir roman okuma imkânı da sunar.
Ez cümle; Kitap uzun uzadıya ve sabırlıca son paragrafına kadar her an değişebilen olayları, hayatın gerçeği içinde sokakta önümüze çıkabilecek kişiler üzerinden, insanın derinliğinde kol gezen “iyilik ve kötülüğün” birbiriyle çatışmasını, bu iki zıt özelliğin yan yana duruşlarını, şaşırtıcı şekilde birbiriyle uzlaşısını, en kötüsünden birbirine karışımını ve nihayetinde kötülüğün insanı nasıl kuşatabileceğini göstermek istemektedir. İnsanın derununda belirginleşen bu devinimin zuhurunda ise -beni şaşırtacak denli ansızın ve fırsatçı bir hainlikle, bu kötülüğün bir dervişin bünyesinde nasıl vücut bulduğunu anlatır.
Kitabın sonunda buruk bir çöküş hikayesi olarak dimağımıza yerleşen bu acı sondan bize arta kalan Selimoviç’in Kuran ayetlerinden alıntıladığı “insanın ziyanda olduğu” gerçeğidir. Derviş Ahmet Nureddin, Kuran ayetlerindeki “umutsuzluğun küfürle eşdeğer tutulduğu ve arınmanın öğütlendiği” başka ayetlerin aksine kuyunun dibine vurup kurtulmak için çaba gösterme iştiyakı içinde de olmamıştır. Yazarın gerçek hayatta da ruh hali belki de bu yönde seyretmiştir. Öyle görülüyor ki Selimoviç aslında öldürülmüş abisinin hakkını meşru hiçbir zeminde alamamış, dahası tıpkı Derviş Ahmet Nureddin gibi sisteme angaje olmuş ve iyiliğin ölümünü kaleme almıştır.
Yazarın kitapta göz ardı ettiği ve işlenen bedbahtlığı tümüyle silebilecek tek bir kurtarıcı kavram vardı. TEVBE...
O da Selimoviç’in kitabında yer almaz. Yaratıcının kitabında kendine yönelen gönlü nedamet yüklü Ahmet Nureddinleri beklemekte...
Dipnot:
1- Derviş ve Olum Şehir Yayınları 4. Baskı 2003