Merve Şerbini

ASLI ATEŞ KAYA

“Onun Angela Merkel’in kızı olduğunu düşünün, o zaman ne yapardı? Ya da bir başka, Alman annenin? Merve’nin başörtüsüyle ilgili ne gibi bir sorun var? Hz. Meryem de eşarp takardı. Manastırdaki rahibeler de takıyor. Birisinin başörtüsü takmasında kötü olan nedir?“ diyordu yüreği yanık baba.

Sadece ‘yabancıdır, olay çıkaran odur‘ gibi bir düşüncenin sonucu damadı da aynı salonda ağır yaralanmıştı. Feryat ediyordu, öfkeliydi haklı olarak ve devam ediyordu konuşmasına: “Böyle bir şey nasıl olabildi? Kimse onu kurtarmadı. Kızım öldürüldü, kocası da ölümden döndü. Ve her şey üç yaşındaki oğullarının gözü önünde meydana geldi. Almanlar ne hissediyor? O zaman bir kadının gözleri önünde ölmesine seyirci kalan yargıç, vicdanıyla nasıl hesaplaşabiliyor?“ diyor ve sadece katilin değil, o esnada salonda bulunan ve yardım etmeyen herkesin cezalandırılmasını istiyordu. Olayın kendilerine bir yakınları tarafından, olaydan 24 saat sonra bildirildiğini belirtiyordu. Yani Merve’nin ölüm haberi gizlenmiş, Mısır Büyükelçiliğine ilk saatlerde bildirilmemişti. Daha trajik bir gelişme ise, üç yaşındaki çocuğun Alman makamları tarafından Mısır Büyükelçiliğine teslim edilmemesi, bir yetimhaneye bırakılmasıydı.

Olay 2008 Ağustosu’nda bir çocuk parkında yaşandı.

Çocuğu salıncağa binsin diye ricada bulunur Merve Şerbini. Ama Rus göçmeni Alman Alex W. ricayı yerine getirmediği gibi, çok ağır kelimelerle (İslamcı, şıllık, terörist diyerek) saldırır. Şikâyetçi olan Merve haklı bulunur ve sanık para cezasına çarptırılır. Bunu hazmetmeyen sanık 1 Temmuz 2009’da Merve Şerbini’yi karnındaki üç aylık bebeğiyle katleder.

Daha sonraki muhakeme sürecinde ömür boyu hapse mahkum edilir, eli bıçaklı katil. Hatırlanacağı üzere sembolik olarak mahkeme önünde betondan yapılan bıçak şeklinde anıta bile tahammül edilememiş ve şehrin içinde beş yere dikilen anıt, bilinmeyen kişiler tarafından tahrip edilmişti.

Bu ay Almanya’da çeşitli etkinliklerle anıldı bu hazin olay.

Polisin olayda ‘ırkçılığın önemli bir etken olduğuna ‘ dair vurgu yapması çok önemli ise de, Alman medyasının görmemezlikten gelerek meselenin ‘İslam karşıtı‘ boyutuna değinmemeyi bilinçli bir şekilde tercih etmesi düşündürücüydü. 

Benzer olaylarla çok sık karşılaşır olduğumuz bir gerçek.

Yabancılarla aynı binada oturmayı bile kendilerine zul gören Almanların varlığı ürkütücü. ‘Komşuluk ilişkileri ölmeye yüz tutuyor‘ cümlesi, bildik bir cümle. Ama buralarda anlamını daha da hıfzediyorsunuz.

Modernliğin dayattığı hayat tarzının bize bahşettiği ‘ komşusuz ‘ birarada yaşama, bizce de kanıksanır oldu. Fiziksel yakınlaşma, duygusal uzaklığı soktu hayatımıza. Eskiden bir köyün en ucundaki evde olup bitenden haberdarken, şimdi arada bir kaç santimlik duvar, bizleri birbirimizden uzaklaştırabiliyor. Ölüm halinde dahi zor haberdar olduğumuz, aynı merdiven ve asansörü kullandığımız insanlarla ilişki biçimimizi sorgulama gereğini dahi duymuyoruz. İletişimi sıfırlayan bu hal, ‘beterin beteri ‘ diye nitelendirebileceğimiz bir tabirle ülkeden ülkeye benzerlikler taşısa da, daha vahim olabiliyor bazı yerlerde.

Elli yaşlarında Hewlêrli M. Nuri, çocukları gürültü yapıyor diye Alman komşusu tarafından öldüresiye dövüldü, daha bir kaç gün önce. Hastanede yatmak zorunda kaldı. Vakıa genç anne ve çocuklarının gözlerinin önünde cereyan ettiği için onlar da psikolojik tedavi görüyor. Az değil, tam 25 yıldır oturuyor Almanya’da. Dava ettiği komşusu ise, kısa bir ifade sonrası şu an evinde. Olayın ırkçılık boyutu ise tamamen örtbas ediliyor haliyle. Çeşitli kurumların aileye yardımcı olma çabaları görülse de, sözü dönüp dolaştırıp ev sakinlerine ‘daha sükûnetli halde olmanız lazım ‘ cümlelerini serdetmenin ötesinde bir uygulamanın olmaması düşündürücü.

Bu çok fevri bir olaymış gibi görülebilir ama benzer gelişmeler ırkçılığın ve tahammülsüzlüğün ne kadar ciddi boyutlara vardığını göstermesi açısından önemli. Başörtüsüne sataşmaların sıkça görülmesi, hatta başörtülülerin darp edilmesi ve Merve Şerbini olayında görüldüğü gibi öldürülmesi, evlerin ateşe verilmesi kaygı verici.

Bireysel yaşamın kıskacında dönen Avrupa insanının durumu, içler acısı. En ufak bir tıkırtıda, bir seste rahatsızlığını dahi komşusuna değil, mektupla ev firmalarına bildirmeyi görev bilen Almanlar var mesela. Ev firması da kapıyı çalıp şikâyeti bildirmez, telefonla bile iletişim kurmaz. İşi bir mektubu posta kutusuna attırarak halleder. İnsanların birbirleriyle ilişki tarzının sıfırlandığı bir ruh hali. Hiç bir temasın olmadığı bireyler. Yalnız yaşamayı içselleştiren yığınlar. Bütün ilişkiler yok mesabesinde. Geliştirilen ötekileştirme politikalarını ‘ ırkçılığı ‘ güden partilerin demeçlerinde çok sık görmek mümkün.

Sorgulanması gereken o kadar çok şey var ki. Mesela Almanların yabancılarla bir arada yaşama noktasında samimiyetlerini gözden geçirmeleri çok mühim bir nokta. Zira yabancılarla kötü bir tecrübe dahi yaşayacak kadar irtibatlı olmuyorlar.

Yapılan araştırmalardaki rakamlar hiç de şaşırtıcı gelmiyor insana. Alman toplumunun % 30’u yabancıları ve özellikle müslümanları ülkelerinde istemediklerini, %75’i ise müslümanlara sınırlar getirilmesinden yana. Hele her on Almandan birinin ‘ ülkede bir diktatör görme isteği  ‘ cereyan eden olayların nedenini açıklar nitelikte.

Okullarda yabancıların sınıflarının ayrılması gerektiğine inananların,  bunu çok rahat ifade etmesi ne kadar da ürkütücü.

Temiz niyetlerle, insancıl duygularla yakınlaşmaya çalışanların varlığı yüreğimize keşke su serpse. Gürültüye heba olmak gibi, yok mesabesinde böyleleri.

Yanan yüreklerin, açılan yaraların kolay kapanmayacağı belli. Üzücü durumlarla karşılaşmamak için, yabancılara yönelik Almanlaştırma hayalinden vazgeçilip, birlikte yaşama algısını geliştirmek en makulü.