Yeni Şafak/ Yasin Aktay
Merhametsiz adalet olur mu?
Böyle soru mu olur? diyeceksiniz. Oluyormuş, hem de öyle bir sorunun peşine takıldığınızda belki çok zamandır mustarip olduğumuz bir çok sorunumuza dair çok önemli keşiflere varabilir, yitirdiğimiz çok temel bazı değerlerimizin izine ulaşabiliriz sanırım.
Bir süredir bu gazetede bir entelektüelin bir kavramın şeceresinin peşinde kendi düşünce seyrine dair çok ilginç, düşündürücü ve öğretici bir anlatımını içeren bir yazı dizisini okuyoruz. Bahsettiğim yazı dizisi, değerli arkadaşımız, düşünürümüz Erol Göka’nın adalet ve merhamet arasındaki ilgiyi ve münasebeti bulma arayışı ile ilgili kendi deneyimini anlatıyor.
İkilemi adalet ve merhamet diye iki kavram arasında koysa da aslında keşfetmeye çalıştığı asıl kavram merhamet. Belki bizim kültürde hiçbir karşılaştırmada ikisi birbirinin karşıtı olması gerekmiyordur, ama belki de farkında olmadan iyice içselleştirmiş olduğumuz batılı zihniyet dünyası içinde bir tür merhametsiz adaleti benimsemeye teşne kılınmış olduğumuz ortada.
Eski Yunan felsefesinden itibaren merhamet gereksiz, hatta adaleti engelleyen gereksiz bir duygu olarak görülmüştür. Mesela Göka’nın aktardığı gibi Aristo için “acıma” olarak görülen merhamet, “bencillikten başka bir şey değildir. Zira başkalarının maruz kaldıkları duruma acıma duymamıza yol açan şey, kendimiz için duyduğumuz endişedir”. Stoacılar, Spinoza, Nietzsche gibi meşhur batılı düşünürlerin yanısıra Aydınlanma düşünürlerinin merhamet karşısındaki tutumları hep birlikte düşünüldüğünde durum oldukça düşündürücü.
Batılı kavram dikotomileri arasında adalet ve merhamet karşıtlığı teşhis etmeye yetecek kadar bir merhamet karşıtı söylemin varlığını görmek elbette bugünün batı dünyasını anlamamız açısından önemli bir başlangıç noktası sayılabilir.
Merhametsiz bir dünya adil olabilir mi? Merhamet veya acımaya karşı bu kadar olumsuz bir söylemden sonra insanlara adil davranmak için nasıl bir motivasyon sağlanabilir? Ya batıda bugün neredeyse matematik ölçülere vurulmuş olan adalet değerinin bazen kendi içinde ürettiği faşizan soykırımcı uygulamalar ile yine dünyanın geri kalanına karşı ürettiği sömürgeci katliamcı pratiklere karşı koruyucu olamaması merhamet diye bir duygunun eksik olmasından ileri geliyor olamaz mı? Merhamet-adalet dikotomisi bağlamında adalet-merkezli bir tutum adaleti de toplamda yok etmez mi?
Peki Batı’daki adalete karşı bu merhamet karşıtlığı “merhametten maraz doğar” denilerek nasıl içselleştirilmiş? Göka, yazılarında İslam kültür ve felsefesinde böyle bir karşıtlık yerine iki duygu veya değerin birbirini tamamlayan, biri olmadan diğerinin mümkün olmadığı bir noktaya varacak arayışını anlatırken, yine de yola herkes gibi kendisinin de bu merhamet karşıtı söylemin etkisi altında çıkmış olduğunu fark eder.
Gerçekten de gereksiz merhametin gerekli cezalandırmayı engelleme ve bu yüzden adaleti engelleme ihtimali yok değil. Mücrime merhamet adına verilmekten geri durulan ceza bilakis cürmün mağdurlarına karşı ortaya çıkaracağı adaletsizlikle daha geniş manada merhameti de yok eder.
Ancak merhamet duygusunu sadece adaletle olan ilişkisi bağlamında bu negatif işleviyle almak, bu duygunun ve değerin insan varoluşundaki çok daha derin ve köklü yerini görmeyi engelliyor. Adalet bir şeyin yerli yerinde olması, buna mukabil tersi olan zulüm, birşeyin yerinde olmayışıdır.
Göka’nın düşünce serüveninde adalet ve merhamet konusundaki karşıtlık üzerine yeniden düşünmeye sevk eden uyarı Adalet Şurası’nda “mutlak anlamda iyi olan tek erdemin adalet olduğunu” anlattığı konuşmasında bütün duyguların fazlasının zarar olabileceğini oysa adaletin fazlası diye bir şeyin sözkonusu olmadığı, zira ne kadar adil olmaya çalışırsak o kadar iyi diye sonlandırdığı konuşmasına mesleği hakimlik olan bir dinleyicisinin tek cümlelik bir itirazından gelmiş: “Hocam fazlası zararlı derken merhamete haksızlık ediyorsunuz bence, iyi düşünün” demiş o hakim.
Mesleği dolayısıyla kendisinden merhamete karşı adalete daha fazla odaklanmasını bekleme istidadımızın olduğu hakimin burada merhamete vurgu yapmış olması Göka’yı daha sonra epeyce düşünceye sevk etmiş ve bu uyarının peşinde konuyu baştan sona tekrar düşünme yoluna koyulmuş.
Sadece bu anekdot bir düşüncenin seyrinin nasıl etkilenip değişebildiğine dair mükemmel bir örnek. O anda ortaya pek farklı, mevcut fikirleri iptal edebilecek bir argüman veya veri ortaya konmuş değil aslında. Sadece bir itiraz, ama mesleği hukuk olan birinden, adalet üzerine gelen bir cümlelik bir itirazın bir düşünürün bütün fikirlerinde bir paradigma değişiminin ilk etkisini yapmış olması, ve bunun bu şekildeki anlatımı sizi bilmem ama beni oldukça heyecanlandırdı.
“Mesleği icabı soruyu suç-ceza-af bağlamına indirgemesi beklenen hâkimimiz nasıl olup da bu tuzağa düşmemeye başarabilmiş ama ben teklemiştim?” diye sorar Göka ve bu sorunun peşinden ilerlediğinde ilk durak olarak “kalp” kavramına takılır. İslam’da kalp kavramının anlamı bir biyolojik organ olarak kalpten çok farklı tabi. Kalp bütün aklın, vicdanın, izanın, adalet duygusunun da merkezi. İnsan beyniyle değil kalbiyle düşünüyor ve bu kalp sürekli devinim halinde. İçinde olumlu duygular kadar bütün olumsuz duyguların da hareket ve eylem alanıdır.
Kalp ile değişim, devrim arasındaki etimolojik ilişki tesadüfi değil elbet. İnsanın düşünceleri, kavramları, aklı, vicdanı, dostluğu, düşmanlığı hep bu evrilip çevrilen dinamizmin etkisi altında. Hangi etkiler altında ve hangi etkilere yol açarak?..
Göka’nın daha iyi bir adalet için merhameti keşfettiği noktada düşünce seyri devam eder diye beklerken, bu konudaki son yazısının son paragrafını aynı zamanda gazetedeki yazılarına bir süre ara veren bir haber olarak okumayı beklemiyor insan.
Tam tadı damağımızda kalmış bir düşünce ziyafeti derken. Fırsat olursa ileride Göka’nın başlattığı bu yolda biraz daha ilerleyelim.
Neden bu kadar güzel yazılardan sonra gazete yazısına ara verdi diye sormak üzere sarıldım telefona. Sadece bir süredir ihmal etmekte olduğu kitaplarını yazmaya biraz daha zaman ayırabilmek için cevabı karşısında diyecek bir şey bulamadım. Bu konuda yazacağı kitabı da merakla bekleyelim bari