Bu yazının amacı; Mehmet ağabeyin Düşünce Platformu’nda yer alan “Müslümanların, Sistem İçi Değişime Yaklaşım Farklılıkları ve Yol Açtığı Zaaflar“ başlıklı makalesinde altını çizdiği ve bizim de katıldığımız yönlerini tekrar etmeden, eleştirel yaklaşımlarımızı sunmak ve Mehmet ağabeyin bazı vurgularının Müslümanlar üzerinde oluşması muhtemel yanlış anlaşılmalarına değinide bulunmak. Daha da önemlisi, teorik manada kimsenin itiraz konusu yapmayacağı hususlardan ziyade, bu konuların günümüz mücadele pratiği ve retoriği açısından bugün neyi ifade ettiği, nasıl hayatlaştırılması gerektiğine ilişkin boşluk olarak gördüğümüz konuların netleşmesine katkı sağlamak.
Mehmet ağabeyin sistemik okumalar ve bundan kaynaklı savrulmalar konusundan çok daha önemli bir hususu, bu konular üzerinde yazdığı yazılarda atladığını düşünüyorum. “Mekke dönemi örnekliği…”, “tevhidi…” diye başlayan cümlelere teorik manada hiç kimsenin eleştiri getireceğini zannetmiyorum. Sorun bu teorik boyutun çağdaş formlarda nasıl ele alınacağı ve siyasi-toplumsal şahitliğe nasıl dönüştürüleceği? Daha da önemlisi, bu konularda zaten pratikleri olan çevrelerin/kurumların bu sürecin daha başlarında olan (ya da henüz ikna olmayıp katılmamış) kesimleri ortaya konan mücadele formunun gerekliliğine ikna etmekten ziyade, liberalleşme, sekülerleşme tehlikeleri adı altında hayatın ıskalanmasına sebebiyet verecek tespitlemelerde bulunmaları. Kanımca Mehmet ağabey de bazı noktalarda bu hataya farkında olmadan düşmekte.
Kendilerini tevhidi kesim içerisinde gören çevreler çoğu zaman konjonktürel endişeleri o kadar had safhada dile getiriyorlar ki, “konjoktür şöyle ya da böyle bile olsa benim sorumluluklarım şunlardır; buna uygun şöyle bir hareket fıkhım var; hayatın tam da ortasında yer alarak, gelişerek, tecrübelenerek, kitleleşme arayışları içerisine girerek, acele etmeden, ilmek ilmek dokuyarak sahih bir kimlik ve mücadele hattının oluşumunu hedeflemeliyim” yerine, sürekli sistemik tahlillerle, birilerinin, diğerlerinin başına örmeye çalıştığı çorapları tartışmakla bir zemin kaybına farkında olmadan sebebiyet veriyoruz.
Oysa kendisini asla İslamcılığa refere etmemiş AKP’nin kimleri nerelere savurduğundan çok daha önemli gündemlerimiz olmalı. Bu meyanda, AKP’nin yol açtığı İslami muhalefet zemininin kaybı, sekülerleşme, liberalleşme vb. tespitler, vahiy merkezli bir sosyal ve siyasal şahitlik formunu zaten üretememiş kesimler açısından çok da büyük bir eksiklik olarak görülmemeli. Biraz kestirme yoldan ifade edersek, AKP’den önce nasıl bir zemin vardı ki; bu zemin kaymış oldu. Zaten öteden beri fıkhını, kimliğini oluşturamamış, muhafazakar, mezhepçi, geleneksel reflekslerden kurtulamamış, devrimcilik adı altında devlet ve gücü elde etmeye matuf sünnetullaha uygun düşmeyen anlayışlar geliştirip, bir atımlık barutları -birinci körfez savaşı sonrasında olduğu gibi- kaybetmiş çevreler açısından düşündüğümüzde bunun böyle olduğu kanaatindeyim. İyi hatırlanacaktır; Olivier Roy ‘Siyasal İslam’ın İflası’nı yazdığında 90’ların başıydı ve ne AB, ne Demokrasi, ne AKP, ne şu ne bu yoktu ortada ama ciddi bir kesim adeta bu süreçte buharlaşmıştı. Neo-muhafazakarlık, Enver Paşacılık, neo-tasavvuf, gelenek-modernizm çatışması gibi tartışmalarla; rüştünü ispat etmekten aciz kalmış kitleler tercihlerini, daha önce tartışılmış ve aşılmış olan formlara geri dönmekte kullanmıştı.
28 Şubattan örnek verelim; Eğer gerçekten sosyal-siyasal şahitliğe kendisini adamış bir hareket olsaydı, 28 Şubatlardan alınması gereken dersi çıkartır ve yoluna devam ederdi; eğer böyle bir hareket olsaydı asıl şimdilerde, (yani bu görece özgürlük ortamlarında) üzerlerine düşen görevleri yapmaları gerekirdi. Ama maalesef birileri AKP’ye küfretmekle meşgulken, başka birileri de AKP’nin açtığı deryada yüzmeye daldı. Bu AKP deryasında yüzenler, daha önceleri de zaten nerede yelken açacaklarına karar ver(e)memiş olanlardır. Muhafazakarlıkla malul bir dünyevileşmeye her zaman teşne idiler, küçük denizlerde dolaşıyorlardı, AKP sayesinde Okyanus’a adım attılar. İlk kesim ise, tam da bahse konu olan, yani dünyanın tüm özgür ortamlarını önlerine koysanız, tağutu reddettikten sonra sorumluluklardan kaçmak için yer-bucak arayanlar. Onlara sorumluluklarını hatırlatmak, sistem içine çağırmak oluyor adeta. Dolayısıyla AKP’den çok önce inşa edilmiş olan sünnetullaha aykırı muhayyilelerin yaşama şansı zaten yoktu; hayal kırıklıkları yaşayacaklardı, öyle de oldu.
Bu hatırlatmalardan sonra Mehmet abinin yazısına daha somut göndermelerde bulunabileceğimizi düşünüyorum;
1. Mehmet ağabey AKP sürecine ilişkin, “…diğer yandan da Müslümanlar arasındaki kardeşliğin zedelenmesine ve giderek kopuşlara yol açmaktadır.” demekte. Oysa kanımca bu durum AKP olmasaydı, CHP de olsaydı değişmeyecekti. Çünkü bu sorunların arka planında farklı saikler yer almakta. Bu ayrılık bundan ötürü değil, ortak çağdaş/güncel bir mücadele fıkhı üzerinde anlaşamamışlıktan kaynaklanıyor.
2. “Sistem restore edilerek ömrü uzatılmak isteniyor…” tespiti yukarıda değindiğim sistemik tahlillerden. Dış etkilere dayalı restorasyon çabası zaten Menderes’ten beri sürgit devametmekte. Ama her ne hikmetse, sistemin gerçek sahipleri bu kırılma dönemlerine ilişkin amansız bir mücadeleyi de ortaya koymaktalar. Yani birileri hiç de güle oynaya bir restorasyon gerçekleştirmiyor. Tıpkı Menderes’in idamı; Özal’ın öldürülmesi; AKP’nin tasfiye edilmek istenmesi gibi. (Kim bilir, belki Erdoğan’ın başına gelebilecek bir kaza da, tüm burada konuşulan endişeleri bir anda askıya alabilir, tersine çevirebilir.) İslam karşıtlığına dayalı güç lobisi, kendi menfaatlerinin gayrısı gelişmeleri bütün bir ülkeyi tehdit ederek, hizaya getirmeye çalışarak, kan dökerek istenilen mecraya sokmaya çalışıyorlar, çalışmaktalar.
Öte yandan velev ki bir restorasyon çabası söz konusu olsun; yukarıda da değindiğim gibi biz, böylesi bir süreçte de ne türden yükümlülükler içerisinde olduğumuzu konuşur ve yolumuza devam ederiz. İslami olan da budur. Ya da İslami olanın bu olup olmadığını ciddi anlamda konuşma zamanıdır diyelim. Diğer türlü Müslümanlar, dar alanda kısa paslaşmalar misali, kendilerini tevhide nispet eden/etmeyen kitlelerin savrulmalarını konuşmaktan yorulup bitab düşecekler.
3. Mehmet ağabey, bu süreçteki gönüllü modernleşme ve sekülerleşmeden bahsediyor; ancak kanımca bu da yeni değil, uzunca bir dönemdir devamedegelen bir olgu; en azından Özal döneminden bu yana. (Üstelik bu durumun yeni oluşmadığı yazıda da belirtiliyor.) Kısacası sağlam ve ayakları üzerinde duran bir halk hareketi vardı da, şu anda dönüştürülüyor değil! Vahye endeksli hayat algıları içerisinde olmayanların değişimlere kolay adapte olmaları her dönemde kaimdi.
4. Esasen bizim olmadığımız ortamlarda elbette birileri olacaktır. Bu yapılanlardan daha iyisini biz yaparız iddasında olanlar, bu iddialarını hayatın içerisinde atacakları adımlarla (salih ameller) göstermek durumundadırlar. İslami mücadele, sürekli bir “niyet okuma” stratejisi üzerinden yürütülmemelidir. Halkın somut sorunlarının dillendirilmesi, kimliğinde değişime gitmesini talep etmekle atbaşı gider. Tevhidi anlayışa sahip olduğunu düşünüp, hayata ilişkin hiçbir sosyal-siyasal form önermeyen ve bunu yaptıkları takdirde üzerlerinin kirleneceğini düşünenler, bu anlamıyla, vahyin altını çizdiği pek çok hususta hayatın içerisinde sınıfta kalabilmektedirler. Demek ki mesele Emperyalizm-AKP ilişkisinin ispatından çok daha önemli vecheler içermektedir. TC tarihinde bir takım ilkler yaşanmaktadır. Bunlar ne Menderes, ne Demirel ne de Özal döneminde görülmemiş, yaşanmamış şeylerdir. Hepsinden önemlisi, öncü kesim Müslümanlar da dahil olmak üzere, olumlu anlamda da ciddi zihinsel devinimler göze çarpmaktadır. İnsanlar, kendisinden bolca istifade etmemiz gereken tartışmaların, düşünüş biçimlerinin gündemlerinde yol almaktadırlar. Bunlara ilişkin sözümüz olmalı. (Mesela S.Kutub’u tarihin bir safhasında dondurmak değil, günümüz tartışmalarıyla doğrudan orantılı yeniden okumak gibi. Çağdaş kavramlarla nasıl bir ilişki içerisinde olacağımızı konuşmak ve pratiğimizi de buna göre belirlemek gibi. (10.maddede bu konuya ilişkin kısa değiniler mevcut) Zihinsel savrulmaların -bırakalım AKP kuyrukçuluğu yapanları- kendi içimizdeki handikaplarına değinmek gibi.
5. Bugün Tevhidi mücadelenin sürdürülmesi ne anlama gelmektedir? Bunun Müslüman kitleleri harekete geçirici anlamda günümüze tercümesi gerekir! Teorik olarak herkesin altına imza attığı, ama hayatı kuşatan alanlara ve seküler dünyanın üzerimizdeki boğucu etkisine karşın bu tevhid merkezli çabaların, hayata, mücadeleye, sorumluluklarımıza yönelik tanımlarında ve tanıklaştırma alanında pek çok sorun çıkmaktadır ve kanımca Mehmet abinin yazısının merkezine aldığı endişelerden çok daha önemli bir yakın tehlikeye işaret etmektedir bu durum. Tehlike kelimesi belki ağır kaçmış olabilir; o zaman şöyle diyelim konuşulup gündemleştirilmesi ivedilik arzetmektedir. Benim tersinden sekülerleşme dediğim bu olgu, hayatın içerisinde bir türlü yer alamamayı bir eksiklik değil de bir erdem sayan kesimlerin hayalci ve inşacı sapmalarını beslemekte ve tam da bizim seslendiğimiz kesimleri etkisi altına almaktadır.
6. “İslami Mücadeleyi, Sadece İçerdeki Darbecilere Karşı Bir İnsan Hakları Mücadelesine İndirgememeliyiz” tespiti hakkında
Yazıdaki şu pasajlar üzerinde durmak gerekiyor;
“İslami kimlik vurgusu zayıf, nötr bir darbe karşıtlığı ya da İslami kavram ve ilkeleri belirleyici kılmayan türden zulme karşı insan hakları mücadelesi söz konusu olursa, bu çaba hemen liberal demokratik değişime mal edilecek ve bizim ortaya koyduğumuz bu tür çabalar bile liberalizmin yaygınlaşmasına katkı sunacaktır.”
Ve devam ediyor:
“Yani mücadelemiz, sadece Türkiye’deki zorba Kemalizme karşı insan hakları mücadelesine ve darbecileri ne pahasına olursa olsun tasfiye etmeye indirgenmemelidir.”
Mehmet ağabeyin liberal kesimlerin seslerinin çok fazla çıktığı ve kavramların havada uçuştuğu böylesi bir süreçte, farklı endişelerle yapageldiğini düşündüğüm bu tespitlerin, zihinlerinde İslami alan-İslami olmayan alan belirlenimine giden kesimler açısında bir rahatlama ve kaçış ortamı getireceğini düşünmekteyim.
Birincisi, darbe karşıtlığının halk kesimlerine henüz yansımadığı, bir takım STK’larca dile getirildiği ve bunun da iyi bir şey olduğu ortada. Hangi kelimelerle zulme karşı çıkılıyor olursa olsun, ilk önce bunun altını çizmek gerekir. Evet bazı kesimler bu anlamda AKP’nin şemsiyesi altında darbe karşıtı gösterilere imza atmaktalar. Bu ise öncelikle endişe edilecek değil, iyi bir gelişme olarak algılanmalıdır. Daha düne kadar bu konularda sesleri çıkmayanların, sokaklara dökülüyor olması sevindiricidir. Bunların arkasında AKP’nin olması da ayrıca olumludur. Bu konuda hiç adım atmasaydı bu defa da sessiz kalması, kitlelerin sokağa çıkmalarını engellemesi vs. söylemlerle eleştirilecekti. Demek ki bu süreçten korkmaktan ziyade, ilkeli ittifaklar üretip üretemeyeceğimizi konuşmamız ve mümkünse daha fazla insanın bu alanlara inmesini sağlamalıyız, diye düşünüyorum.
Öte yandan yukarıda alıntıladığım pasajlara ve Türkiye’de gelişiminden memnuniyet duyulması gereken (çünkü her insani gelişmenin, her fıtri çabanın bizi sevindirmesi gerektiğini düşünüyorum) süreçlere ilişkin birkaç noktaya değinmek istiyorum;
Bence bu pasajlarda ifade edilen ve yazıda “…Gündemimiz, bu şekilde dar bir mücadele anlayışıyla ve bütüncüllükten, tevhidi ekseninden soyutlanmış…” diye devam ederek altı çizilen hususlar oldukça tartışmalı;
Birincisi şöyle bir soru akla geliyor;
İslami kitleler gerçekten de bu konularda yeterince ikna edilip, sürece katılıp, eğitildi mi? İnsanları bir mücadele formuna davet ediyorken ve henüz bu çabaların çok başındayken, mezkur gelişmelerin önemsizleştirilmesi olarak algılanabilecek tespitlere dikkat etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Üstelik mesele sadece darbe karşıtlığı değil; sistemin ifşası ve böylelikle İslami kimliğin vurgularının öne çıkması. Bunun da ötesinde, bu mücadele anlayışını ‘dar’ olarak nitelemek de doğru değil. Diri diri toprağa gömülen kızlar konusu nasıl lokal, dar bir mevzu değilse, bu da öyle.
Üstelik bu mücadele tarzı tevhidi kesimler tarafından benimsenip özümsenmiş falan da değil; keşke yüzbinlerce Müslüman bu mücadele fıkhını benimseseler! Daha işin çok başındayız ve bu alanlar bizim sosyal-siyasal şahitliğimizin yeşerip gelişeceği, bizlere tecrübe katacak alanlar. Üstelik sesimizin duyurulması anlamında üretilegelmiş formlar bunlar. Bunları tahfif etme tehlikesini içinde barındıran tespitlerden kaçınmamız gerekir diye düşünüyorum. Bunun da ötesinde bütün bir ülkeyi derinden ilgilendiren, Mehmet ağabeyin de yazılarında sürekli konu ettiği düzen sahiplerinin tasfiyesi sürecinin “ama…”lı hiçbir cümle kurmadan desteklenmesinin İslami bir tavır olduğunun asıl bizlerce altı kalın kalın çizilmeli!
7. Sonuç itibariyle, ortaya koymaya çalıştığımız mücadele formu henüz meyvelerini veriyorken, hatta daha yolun çok başında olduğumuz açık seçik ortadayken ve kendi mahallemizde bile bu forma destek verme konusundaki isteksizlikler, eleştiriler ortadayken; yani yeni nesillere tevhidi bir mücadele hattının mukavimliğini oluşturma noktasında ikna çabaları içerisindeyken; bunun sosyo-politik anlamda şahitlikleri yok denecek ölçüde kadükken, endişe kabilinden bir takım hususları büyük puntolarla dillendirmenin yapacağı etkileri de hesap etmek gerekiyor. Bu endişeler, mücadele süreçleri içerisinde tartışılır ve aşılabilir; veya bir takım insanlar yine tökezleyebilirler. Bu illaki seküler dünyanın seküler kelimeleri yüzünden olmayabilir; pekala Kur’ani kavramlarla da konuşurken, bunları sosyalleştirememekten de kaynaklanabilir.
8. Bununla birlikte, gayrıislami kesimlerin rol üstlendikleri, tevhidi kesimlerin ise şüphe ve tereddütle baktıkları sorumluluk alanlarında, sırf taleplerin seküler mahiyet içerdiği iddiasıyla gösterilen tepkiler mezkur alanlara ilişkin sorumsuzluğu, içe kapanmayı ve bununla doğru orantılı olarak vahyin hayat bahşedici ve kuşatıcı mesajının örtülmesini beraberinde getirebilmektedir. Böylelikle sözü geçen alanlara ilişkin söz söyleme, sorumluluk alma ve şahitlik ortaya koyma misyonu da akamete uğrayıp, toplumsal gelişmelere seyirci kalınabilmektedir. Yani bir nevi, seküler kimlik sahipleri bahane edilerek, kuşanılması gereken sorumluluklar, sisteme entegre olunacağı endişeleri üzerinden fıkhetme melekeleri körelmiş, hikmet ve basiretten berî, toplumsal şahitliği kuşanmaktan uzak ve adeta ‘dar’ alanlara sıkıştırılmış bir kimlik inşasını da beraberinde getirebilmektedir.
9. Bu meyanda mesela bazı tevhidi çevrelerce dillendirilen “Sistemi eleştirmeliyiz ama çözüm üretmemeliyiz!” tarzındaki yaklaşım biçimi de tutarlılığı sorgulanması gerekenler arasındadır. Nitekim Anayasa, yargı reformu vb. hususlarda tağuti değirmenlere su taşımak kabilinden görülen tartışmalarda olmamalıyız endişesiyle dile getirilen bu konular; konu başörtüsü, Kürt sorunu vb. meseleler olduğunda kendi içerisinde bir tezatı barındırmaktadır. Her hak talebi, sonuçta bir çözüm önerisidir. Uyarıdır, ikazdır; egemen zümrelerin de öğüt alıp, öğüdün kendilerine fayda verebileceğini ummaktır. Üstelik bu anlayış, İslami olan-olmayan meseleler ayrımından beslenmektedir ki bu da ciddi manada tartışmalıdır. Böyle bir ayrım hayatı kategorilere ayırmak değil midir? Bir nevi gizli laikleşme değil midir? (Ki kendimize ait alanlar olarak nitelenen bu konularda bile Müslümanlar iyi sınavlar vermemektedirler!) Nebevi sünnetin bunu desteklemediğini, bütün peygamberlerin söylemlerinde hayatın bütününe ilişkin hem uyarı, hem de ne yapılması gerektiğine ilişkin vurguların yer aldığını rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Hz. Musa Allah’a isyan içerisinde olan (ya da gereğince şükretmeyen ve başlarına gelenlerden ötürü Musa’yı da sorumlu tutan) köleleştirilmiş bir kavmin durumu ve hakları için mücadele veriyordu. Kızlarını diri diri toprağa gömen insanlar cahili kitlelerdi. Teraziyi doğru tartmayanlar sadece egemenler değil, aynı zamanda uyarılmaya ve doğru yolun kendilerine gösterilmesine muhtaç kitlelerdi. Hz. Salih’e “Mülkümüzde nasıl tasarruf edeceğimizi senden mi öğreneceğiz?” manasında “Namazın mı emrediyor?” diye sorulması, Salih’in somut konulardaki, somut taleplerinden ileri gelmektedir. İşçiler, işsizler, memurlar, başörtülüler, başörtüsüzler, Kürtler, Aleviler, Gayrımüslimleri Allah’a çağırırken; “Senin sorunlarına çözüm sunmuyoruz ama Allah’a iman edersen çözüm peşinden gelir!” mi diyeceğiz? O zaman sormaz mı; “Peki imanımın gereği olarak bu toplumda ne yapmam lazım?” diye. Ya da iman etmeyenleri ne yapacağız? Dolaylı ya da direkt olarak “Sizin sorunlarınız bizi ilgilendirmiyor mu?” diyeceğiz. O zaman Hz.Musa’nın sünnetini devam ettirmiş olur muyuz?
Zımnen, “Geniş kitlelerin iyiliğine olan hususlarda çözüm sunarsak, bu sistemin kendisini restore etmesine sebebiyet verir” anlayışına tekabül eden bu tespit, acaba gerçekten de İslami midir? Bunu aramızda istişari ortamlarda acaba ne kadar tartıştık? Ya da şöyle diyelim; tartışma zamanı gelmedi mi? Zira hayat bize bunu dayatıyor ve ben diyorum ki; keşke gücümüz ve potansiyelimiz olsa da hukuki, siyasi, ekonomik, kültürel -ne dersek diyelim- konulardaki “Emri bil maruf ve nehyi anil münker”i hayata tekabül eden ve insanlara nefes aldıran yönleriyle kamuoyuyla paylaşabilsek. Keşke gerçekten bu konularda gerekli yetilere sahip olabilsek. Ama öncelikle buna ikna olmak ve niyet etmek gerekiyor!
10) İnsani ve İslami olan hususlar hayatın bütün alanlarını kapsamakta; Liberal-seküler kavramların zihinlere yaptığı etkiler konusunda endişelenmekten daha fazla; Rabbimizin emirleri vaki olduğu halde, sorumluluk alanlarımızı kuşanamamaktan korkmalıyız. Eğer birileri seküler kavramlarla risk alıyor, hayat içerisinde bedeller ödemeye koşuyorken, kendilerini mustezafların, müminlerin ve Allah’ın velisi konumunda gören takva sahibi erler yerlerinde oturuyor; emeklememenin, yürümemenin, koşmamanın bahanelerini üretiyorlarsa bu bizi her şeyden fazla endişeye gark etmeli. Koşarken ayağımıza dolanmış olan eğreti otlarının hesabını verebilmek mümkündür ama ormana uzaktan bakmanın hesabı verilebilir mi?
11) “Eyvah!”lı, “AKP”li, “Nereye Gidiyoruz?”lu tartışmalardan daha fazla, günümüz dünyasını doğru fıkhetmeye namzet çabalar/çalışmalar içinde olmamız gerektiğini düşünüyorum. Madem ki endişe içinde olduğumuz ve her taraftan üzerimize gelen liberal bir dünyanın içinde yaşıyoruz ve bu seküler süreç muhalif insanların da muhayyilelerini sarmalıyor o halde “tevhidi” diye başlayan tespitlerimizde liberalizm araştırmaları, pozitif-negatif özgürlük konusu, demokrasinin felsefi ve teknik açıdan değerlendirilmesi; kadim geleneğimizdeki ve özgürlük konusunda da önümüzü aydınlatacak olan irade-ihtiyar tartışmaları; Ebu Hanife ile Locke’u; Mu’tezile ile Hobbes ve Mill’i; Klasik sekülarizmin nasıl doğduğu, hangi saiklerle geliştiği; Şatıbî ve Gazali’nin bu tartışmalarda bize ne katacağı; Ma’alim eserinde Teokrasiyi açıkça İslam dışı ilan eden S.Kutub’un akide-ahlak-siyaset üçleminde Özgürlük’e ne türden olumlu anlamlar yüklediği, O’nun demokrasi reddiyesini tam olarak anlayamayan Müslümanların neden özgürlük ve halk düşmanı haline gelebildikleri; hatta tarih içerisinde kelamcılardan sufilere kadar özgürlük meselelerine genel yaklaşımları; insanlık tarihiyle özdeş bu kavramsallaştırmanın (özgürlük) neden Batı’nın son ikiyüz yılı içerisindeki tanımlara kurban verilebildiği, adalet teorilerinin günümüz Müslüman muhayyilesine yapacağı faydaları tartışmanın, endişe ettiğimiz konularda bize hakiki bir mukavemet sağlayıcığını düşünmekteyim.
Asıl o zaman, pratik mücadele sorumluluğumuzu yüklenmişken, bu türden gündemlerle epistemolojik ve zihinsel zenginliğimize katkı sağlayıp, akidelerimizi tazelemiş ve bizleri savurmak, bitirmek, yitirmek isteyenlere en şümullu cevapları üretmiş oluruz. Böylelikle, hem savrulmasından korktuğumuz bizim mahallenin ahlaklı insanlarına pratiklerimiz ve teorik zenginliğimizle rehberlik etmiş oluruz; hem de kendilerinden Müslümanların geleceği adına ürktüğümüz seküler kesimler, belki de İslam’ın aydınlık yolunun yolcuları olurlar. Kim bilir?
Adaletli ve dengeli olma çabamızın, süreklilik arzetmesi gereken mücadele pratiğimizin geliştirilmesi ve bu pratik içerisinde yukarıda konu ettiğim tartışmaların bizler tarafından zenginleştirilmesiyle olgunlaşacağına inanmaktayım.
Bir başka dünyanın mümkünlüğü özleminin, ancak ve ancak tevhid ve adalet ehlince gerçekleştirileceğine inancımız tam ise, korku ve endişelerin üzerine hiçbir ye’se kapılmadan gidebilmeli, düşünce anaforlarının itikadımız ve pratiğimiz önünde hiçbir engel oluşturamaması için, şikayet etmekten öte, tartışma zeminlerimizi olgunlaştırarak bunları aşma cehdi göstermeliyiz.
Selam ve dua ile…