Mehmet Görmez: Bilim İzah Eder, Din Anlam Verir

İslam Düşünce Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Taha Akyol’un sorularını cevapladı.

Taha Akyol'un sorularını cevaplayan İslam Düşünce Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, "Bilim bize koronavirüsü izah eder. Nasıl mutasyona uğradığını, epidemiden pandemiye nasıl dönüştüğünü ve bütün dünyaya nasıl yayıldığını açıklar fakat anlamlandıramaz. Hikmetini izah edemez" dedi.

Taha Akyol’un Karar gazetesindeki köşesinde yayımlanan röportajı (11 Mayıs 2020) ilginize sunuyoruz:

Hocam, bir koronavirüs afetini yaşıyoruz. Orta Çağ Hıristiyanları bu tür afetleri Tanrı’nın gazabı saydılar. Bu anlayış Müslümanlarda da var. Doğrusu nedir?

Büyük salgın ve deprem gibi afetlerin anlaşılması ve yorumlanması hem dinlerin tarihinde hem felsefe tarihinde pek çok krize yol açmıştır. Denilebilir ki Batı düşüncesindeki büyük kırılma böyle bir afet sonrası tartışmalara dayanır. 1755 Lizbon depremi fizikalist maddeci bakış açısı ile teolojik manevi bakış açısını karşı karşıya getirmiş, din-bilim-felsefe çatışmasının fitilini ateşlemiştir. Oysa fizikalist gözlükle varlığa ve kâinata bakan, her şeyin sebebini sadece mekanik bir nedensellikte arayan düşüncence ne kadar sığ, yanlış ve eksik ise her afeti sadece ilahî ceza ve azap olarak gören teolojik anlayış da o kadar sığ, yanlış ve eksiktir.

Zira bu tür afetleri bilim açıklar, felsefe akıl süzgecinden geçirerek düşündürür, din ise anlamlandırır. Ancak dinin verdiği anlam, -İslam söz konusu olduğunda- bilimin açıklamasını ve felsefenin düşüncesini göz ardı etmez. Zira bilim Rabbimizin kâinata yerleştirdiği ayetlerin tefsiri; akıl ve düşünce de onun insana en büyük ihsanıdır. Bilim bize koronavirüsü izah eder; nasıl mutasyona uğradığını, epidemiden pandemiye nasıl dönüştüğünü ve dünyaya nasıl yayıldığını açıklar, fakat anlamlandıramaz. Hikmetini izah edemez. Bundan ne tür dersler çıkarmamız gerektiğini bilemez. Manevi, metafizik boyutunu göremez. Anlamlandırmayı din yapar. Fakat eksik bir ilim ve eksik bir âlem tasavvuruna sahip, tenzil ile tekvini ayıran, sünnetullahı bilmeyen sözde din bilgini de doğru anlamlandıramaz.

Kur’an bu tür musibetleri sadece bir ceza ve azap olarak değil, bir ayet ve bir ibret olarak değerlendirir. Bu tür musibetler birer ilahî âdet değil, birer ilahî ayettir. Ayetin sözlük manası işarettir. İşaretler yani ayetler, ibareler üzerinden değil, ibretler üzerinden okunur. Bu açıdan Kur’an’da ‘ibret’ sadece bir kelime değil, bir anlama yöntemidir. İbret, mana-yı harfî değildir. Hâdiselerin sebep ve sonuçları üzerinde basiretle durmaktır, derin düşünmektir, onlardan dersler çıkarmaktır.

ÜÇ HATADAN SAKINMAK

Bu tür hâdiseleri doğru anlamak için şu üç hatayı yapmamak gerekir:

Birincisi bu tür musibetleri belli bir kişiye, belli bir olaya, belli bir topluma ve belli bir günaha bağlamak. Zira bu tür afetlerde sadece âsiler değil, veliler, masum insanlar ve çocuklar da ölür.

Hz. Ömer dönemindeki Amvas Vebasında pek çok sahabi hayatını kaybetmiştir.

İkincisi bu tür büyük salgınları insanın yapıp ettiklerinden, insanın tabiatla ilişkisindeki hatalardan ayrı düşünmek. Nitekim, “Denizde ve karada bozgunluk, insanların elleriyle yapıp ettiklerindendir.” (30/Rûm, 41)

Üçüncüsü bu tür hâdiseleri Allah’ı, Yaratıcı Kudret’i yok sayarak değerlendirmek. O nedenle bu tür hâdiseler karşısında ileride aklımızı mahcup edecek açıklamalar yapmaktan kaçınmak gerekir.

ÇOCUKLARIN ÖLÜMÜ

Çocukları ve masum insanları da öldüren tabii afetleri ‘ceza’ olarak niteleyen anlayış, Allah’ın ‘âdil’ sıfatına da aykırı değil mi?

Sadece ‘ceza’ olarak nitelendirirsek hem âdil sıfatına hem de rahmân ve rahîm sıfatına aykırı olur. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bunu doğru anlamak için dini bir bütün olarak anlamak gerekir.

Hayatın dünyadan ibaret olduğuna inanan, varlığı maddeye insanı bedene indirgeyen, varlığın aşkın, metafizik, manevi boyutlarını ihmal eden, parçalı bir âlem ve eksik bir ilim tasavvuru ile hareket eden kimselerin, bu tür afetleri anlaması ve anlamlandırması zordur. Hatta varoluşun gayesi, yaratılışın hikmeti anlaşılmadan, doğru bir âlem tasavvuru oluşmadan, ahiret inancı olmadan dünyada şer, kötülük, acı, elem, üzüntünün varlığı izah edilemez.

Afetleri ayet olarak anladığımızda bu tür hastalıkların da bir anlamı, bir gayesi, bir hikmeti ve bir felsefesi vardır. Hatta azap olarak değil rahmet olarak değerlendirmek de mümkündür. “Hoşlanmadığınız nice şeyler var ki onda hayır vardır. Hoşlandığınız nice şeyler var ki onda kötülük vardır.” (2/Bakara, 216) Hiç kimsenin rahmân ve rahîm olan Rabbimizi gökten kullarına öfke saçan, azap yağdıran bir ilah olarak göstermeye hakkı yoktur.

Afetler aslında insanın yaratılış gayesine hizmet ederler. Bu açıdan baktığımızda afetler, yaratılışımızın hikmetini bize hatırlatan birer ilahî ikazdır. Afetler, aslında sadece birer ilahî ikaz da değildir. Bazı kulları için rahmettir. Bazı kullarının günahlarına kefarettir. Bazı kullarının ise derecelerini yükseltmek içindir. Bazen afetler, masumları daha büyük musibetlerden korumak içindir.

HAYIR VE ŞER

Buradan dev bir kelam-teoloji problemine geliyoruz. Sizin de eserlerinizde çok işlediğiniz mesele: ‘Hayır ve şer Allah’tan’ kuralını nasıl anlayacağız?

Burada üç şeyi ayırt etmek lazım. Ontolojik kötülüğü, ahlaki kötülüğü, ve insana verilen kötülük potansiyelini birbirinden ayırmalıyız.

Ontolojik kötülük konusunda ben İmam Mâturidî gibi düşünüyorum. Yani varlık âleminde mutlak kötülük yoktur. Kötülük bizatihi bir varlık değildir. Ve hiçbir kötülük doğrudan Allah’a isnat edilemez.

Ahlaki kötülükte ise tek sorumlu insandır. Nitekim Kur’an’da “Başına gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” buyurulur. (4/Nisâ, 79)

İnsana verilen kötülük potansiyeli ise yaratılış ve varoluş hikmetinin bir gereğidir. Nasıl ki karanlık olmadan aydınlığı anlayamayız. Batıl olmadan hakikati tanıyamayız. Zulüm olmadan adaleti fark edemeyiz. Kötülük olmadan iyiliği idrak edemeyiz. Ancak hiçbir zulmün sebebini, batılın nedenini ve hiçbir kötülüğün varlığını Allah’a isnat edemeyiz. Eğer yeryüzünde kötülük olmazsa yaratılışın gayesi kaybolur. Dünyada hiç kötülük olmasaydı insana irade ve özgürlük verilmezdi. İnsan iyi olmakla kötü olmak arasında hatta mümin olmakla kafir olmak arasında özgür bırakılmazdı. Allah, iyiliği, adaleti, merhameti yeryüzüne egemen kılmayı; kötülüğü, zulmü, acımasızlığı ortadan kaldırmayı insanın varoluş gayesi olarak zikreder. Hal böyleyken bizim Allah’a dönüp sen niye kötülüğü yarattın, niçin kötülüğü önlemiyorsun, deme hakkımız olur mu? İnsan, fıtratıyla, vicdanıyla, aklıyla kendisine gönderilen peygamber ve kitapla bütün kötülüklerin üstesinden gelerek iyiliği egemen kılmakla mükelleftir.

USUL/METOT NİYE ÖNEMLİ?

Sizin bütün eserleriniz “metot” ya da “usul” üzerine... Niye önemli?

Her türlü bilginin metaa dönüştüğü, dinî bilginin bütünlüğünü kaybedip parçalandığı çağımızda artık en büyük sorun bilgisizlik anlamında cehalet değil, usûlsüzlüktür. Bilgi kıtlığı değil, usûl yokluğudur. Bilgi kaosu ve yorum anarşisinin dinin sade ve berrak hakikatlerini gölgelediği zamanımızda en büyük kötülük, ilke, kural ve kaide tanımadan dini yorumlamaktır. Usûl ve metot üzerinde durmamızın bir sebebi budur. Usûl üzerinde durmamızın bir diğer sebebi ise dinin asıllar ve deliller sistemini kaybetmeden anlama çabasıdır. Zira bir dinin başına gelebilecek en büyük musibet, asırlar içinde istikrar bulan kaynak bütünlüğünü, asıllar ve deliller sistemini ve değerler hiyerarşisini kaybetmesidir. Bütün bunlar dini doğru anlamak ve uygulamak için bir usûle ne denli ihtiyaç duyduğumuzu gösteriyor.

İslam düşüncesinde usûl sadece bazı fakih ve kelamcıların usulü’d-din ve usul-i fıkh adı altında yazdığı eserler ve bu eserlerde ortaya koydukları ilke ve prensiplerden ibaret değil. En geniş anlamda, insan, dünya, akıl, hukuk, bilim, kültür ve sanat gibi varlık alanlarının din ile ilişkisini kurgulayan, belirleyen yöntem usûldür. Usûl aynı zamanda din ile kültürü, adet ile ibadeti, evrensel olan ile kültürel olanı, sabit olan ile değişken olanı birbirinden ayırarak dinin rahmetini bütün zamanlara ve mekânlara doğru taşımanın, doğru anlamanın, doğru anlatmanın adıdır. Usûlün gökten inmediği muhakkaktır ama ümmetin kök ile gök arasında kurduğu bütün ilişkiler usûlde mevcuttur. Usûl, tenzil ve tevili birbirinden ayırmamak, tevili tenzil mertebesine çıkarmamak ve tevilden dolayı hiçbir Müslümanı tekfir etmemek için de daima gerekli bir okumadır.

Bütün bu sebeplerle biz de hem çalışmalarımızda hem de Enstitümüzde usûl ve metoda öncelik tanıdık.

KUR’AN ‘KANUN’ MU?

Konuşma ve kitaplarınızda “Dini metinleri birer kanun metni gibi algılayan anlayışı” radikal selefileri eleştiriyorsunuz. Kur’an niye “kanun metni” gibi algılanmamalı?

Kur’an gökten üzerimize yağan bir kitap değildir. Bir beşer Peygamber vasıtasıyla sünnet adını verdiğimiz yaşanmış bir hayata dönüşmüştür. Ve o 23 yıllık hayatın bütün iniş çıkışları dikkate alınmıştır. Kur’an varlık âleminin bir tercümesidir. Bu açıdan Kur’an’da tarih vardır, kıssalar vardır, varlık vardır, tabiat vardır, kozmoloji vardır, insan vardır, toplum vardır, ahlak vardır, itikat vardır, ibadet vardır. Onun için Kur’an’ın her ifadesi ayet adını almıştır. Ayet, kanun değildir. Fakat ayet bütün kanunlara rehberdir. Kanun, ayeti ayet olmaktan çıkarır. Bu, Kur’an’da hüküm bildiren ayetlerin olmadığı manasına gelmez.

Bir metni kanunlaştırmak sadece bir yorumdur ve beşerî zihinsel bir formülasyondur. Ayet, doğrudan zihinsel bir formülasyona dönüştürülemez. Nitekim Tevrat’ın tahrifi rabbilerin kanunlarına dönüştürülerek gerçekleşmiştir. Kur’an sadece kanun gibi algılanırsa, hakka, hakikate, ahlaka, adalete, merhamete ve bütün kanunlara rehberlik etmekten uzaklaşır. Ve herkes kendi düşünce ve yorumlarını Kur’an’a söyletmeye kalkışır. Kur’an, hidayet rehberidir. Kur’an’ı bir kanun metnine dönüştürdüğünüzde hidayet rehberi olmaktan çıkarır ve evrenselliğini zedelemiş olursunuz. Elbette Kur’an’ın kendisinin evrensel, külli kanunları vardır. Ve her ayet o külli kanunlar çerçevesinde anlaşılmak durumundadır.

İNSAN PEYGAMBER

Yeni Çıkan ‘Sünnet ve Hadisi Anlama Kılavuzu’ adlı kitabınızda diyorsunuz ki: “Allah Resulü’nün beşer olarak yaptıkları ile peygamber olarak yaptıklarını birbirinden tefrik etmek suretiyle sünnet anlaşılmalıdır.” Birkaç örnekle açar mısınız?

Örnek vermeden önce şunu ifade etmek isterim. Sünnet ve hadisi bugün anlamlandırıp yorumlarken risalet-i Muhammediyye’nin iki büyük özelliği olan bütün âlemlere gönderildiği evrensellik gerçeği ile bütün zamanlara hitap ettiği ebedîlik hakikatini daima göz önünde bulundurmalıyız. Sünneti doğru anlamak ve anlamlandırmak için bütün usûlcülerin yaptığı gibi Allah Resulü’nün beşer olarak yaptıkları ile peygamber olarak yaptıklarını birbirinden tefrik etmek gerekir. Ona benzemekle (teşebbüh) onu örnek almayı (teessi) birbirinden ayırmak gerekir. Zira hiçbir peygamber kendi kavminin kültürünü evrensel bir din kuralına dönüştürmemiştir. Bir dine girebilecek en büyük bidat, peygamberin gönderildiği kavmin örfünü, âdetini, geleneğini, kültürünü din hâline getirmektir. Binaenaleyh sünneti doğru anlamak için âdet ile ibadeti, yerel olan ile evrensel olanı, dinî olanla kültürel olanı birbirinden ayırmak gerekir.

Nitekim bu hususta böyle bir ayırımı, bizzat Hz. Peygamber’in kendisi yapmıştır. Sayısız pek çok hâdisede sahabe “Ya Resulallah! Bu vahiy mi, yoksa senin görüşün mü?” diye sormaktan çekinmemiş ve Allah Resulü’nün hilafına da olsa fikrini beyan etmekten, hatta kendi fikrini tercih etmekten kaçınmamıştır. Daha da önemlisi Hz. Peygamber de sahabenin bu sorgulamalarını hiçbir zaman sünnete karşı bir tavır olarak addetmemiştir.

‘VAHİY DEĞİL GÖRÜŞ’

Mesela Bedir Savaşı öncesinde Hz. Peygamber orduyu bir yerde konaklattığı sırada genç sahabi Hubâb b. Munzir “Ey Allah’ın Resulü! Burası Allah’ın seni konumlandırdığı bir yer midir? Eğer öyleyse biz onu çiğnemeyiz. Yoksa bu, kendi görüşün müdür?” diye soruyor. Allah Resulü’nün “Bu, kendi gürüşümdür.” cevabı üzerine Hubâb, daha stratejik bir konaklama yeri öneriyor. Hubâb’ın önerisini beğenen Allah Resulü Hubâb’ın dediği yerde orduyu konaklatıyor.

Yine Mesela Hendek Savaşı’nda Resulullah, Gatafan kabilesiyle o yılki Medine hurma hasılatının üçte biri karşılığında Medine’yi kuşatan müşrik koalisyondan çekilmesi için antlaşma yapma konusunu istişare ettiği iki Sa’d (Sa’d b. Mu’âz ve Sa’d b. Ubâde) “Ey Allah’ın Resulü! Bu, bizim için yaptığın bir şey midir? Yoksa Allah’ın sana emrettiği bir şey midir?” diye soruyorlar. Nitekim istişare sonucu Allah Resulü, sahabenin görüşleri doğrultusunda Gatafan kabilesiyle antlaşma yapmaktan vazgeçiyor.

Bir misal de hanım sahabilerden verelim. Eşinden boşanmak isteyen Berîre’yi kocasının talebi üzerine yanına çağıran Hz. Peygamber “O senin hem kocan hem de çocuğunun babası, ne var ona geri dönsen?” diyerek onu kocasına dönmeye teşvik ediyor. Berîre’nin “Ey Allah’ın Resulü! Allah’ın Elçisi olarak emir mi buyuruyorsun?” sorusuna Hz. Peygamber “Ben yalnızca aracılık yapıyorum.” diye cevap verince Berîre “Ona ihtiyacım yok!” diyerek kocasından ayrılıyor.

Röportaj Haberleri

“Suriye’ye geri dönüş tartışması, empati yoksunu ve yersiz”
Türkiyeli bir mücahid ile Suriye devrimi üzerine…
"Solun bir kısmı mezhepçilikten bir kısmı da İslam düşmanlığından Esed'i destekliyor"
Suriye'nin korku hapishaneleri: Sednaya, Tedmur ve Suriye’nin yeni hafızası
"Suriye devrimi Türkiye'nin de zaferidir!"