Kapalı bir hava var Ankara’da. Hastaneye varınca bekleşenleri gördük. Memleketin dört tarafından Müslümanlar gelmiş, baktıkça gözü gönlü açılıyor insanın. Hastane çevresinde Diyarbakırlı kardeşlerimizin yoğunluğu var. Abdülhakim Beyazyüz Ağabeyle de ilk orada tanıştık, cömertliğine şahitlik ettik. Kürt Sorunu Forumu için gittiğimiz Diyarbakır’da bu durumun o coğrafyada ne kadar da normal olduğunu gördük. Öyle ki Diyarbakır’dan döndüğümüzde ikramlardan ötürü sanki Kurban Bayramı’ndan çıkmış gibi dişlerimiz ağrıyordu, Allah hepsinden razı olsun.
Aydınlık oval rampadan geçip yaralılara ayrılan kata varınca etrafını çevreleyen insanlara başından geçenleri, bir daha bir daha anlatan gönüllüler dikkatimizi çekiyor. Odalar geniş, ferah; ikişer kişilik. Filistin bayrakları, tevhid flamaları ve çiçekler her yanda. Ortopedik yaralanmalar yoğunlukta. Yüzünden vurulan, çenesi kırılan, kolundan ayağından yara alanlar burada. Biz oradayken 7 kardeşimiz yoğun bakımda idi ve 2'sinin durumu ağırdı. Süleyman Ağabey ile Çelebi Ağabey. Hâlihazırda Süleyman ağabey aynı durumda, Rabbimiz şifasını versin. Yataklı ünitede tedavi gören 17 hastanın tamamını görme imkânı bulduk.
Avuç içi büyüklüğünde yaralar gördük, korkunçtu. Bacakta yahut kolda bu çapta bir yarayı oluşturacak mermi, ne menem bir şeydir. Mehmet Ali Zeybek’e uğruyoruz. Abdurrahman Ağabey tanıştırıyor, mihmandarlık ediyor bize. Mehmet Ali ile birkaç ay sonra Diyarbakır’da da görüşeceğiz. Daha çok genç, 28 yaşında. Eczacı. Ne kadar güler yüzlü bir insan öyle. Vücudunun pek çok yerine kurşun isabet etmiş. Rekor O’nda. Tam dokuz kurşun. Dokuz defa üzerine doğrultulan silahın tetiği çekilmiş. Dokuz defa çelik, Mehmet Ali’nin etini delip içine saplanmış. Furkan Doğan’a sıkılan kurşun İsrail’in nihai hedefinin öldürücü darbe olduğunu gösteriyor ama Mehmet Ali’ye sıkılan kurşunlar farklı, var olan sürece ilişkin ciddi göstergeler taşıyor.
Olağanüstü çapta etkisi olduğu bilinen bir silahla defalarca bir kişinin üzerine ateş edilmesi, soyundurulup gemi güvertesinde, kan revan içinde güneş altında ölüme terk edilmesi, koma durumunda olan birinin kelepçelenmesi, hastanenin tüm aşamalarında psikolojik şiddetin uygulanması, uçakla Türkiye’ye dönmeden önce ambulansla saatlerce Hayfa’nın bozuk yollarında aşırı hızla tur yapılması sembolik karşılığı olan şeyler. Son dakikaya kadar acı vermek, bir İsrail stratejisi. Ateşkesin başlama süresinin hemen öncesi suikast düzenleyen kaç ülke biliyorsunuz ki? Hatırlayın, Gazze’de, taraflar anlaşmaya varmış, ateşkesin saati de belli. Ateşkesin başlamasına 1 saat kala suikast düzenliyordu İsrail. Zulmü bir hak olarak görüp son dakikaya kadar uygulamak hastalıklı, urlu bir beynin ürettiği vahşi bir fikir. Daha korkuncu, Filistinli kardeşlerimizin ve Ortadoğu’nun yanı başında bu ur yaşamakta hâlâ.
Gün, oldukça bereketli. Bizden hemen sonra Hakan Albayrak’la birlikte ''Siyonizme Karşı Yahudiler Hareketi”nin temsilcisi olan Haham Yisroel Dovid Weiss, Yitzhok Shewinter ve Yoshet Rosenberg, yaralıları ziyaret ediyor. Bilardo topu büyüklüğünde yağan dolulara şahitlik ettikten sonra hastaneden ayrılıyoruz.
6 Haziran 2011. Pazartesi günü. Parmağına kıymık battığı vakit sızlanan adamlar konuşuyor ekranda. Karar verme merciinde olanlar yahut büyük büyük cemaatler adına vaaz verenler ahkâm kesip akıl veriyorlar. Bedel ödemek, şahitlik yapmak, zamanın tanığı olmak, yardım isteyen mustazafların açık duran ellerini tutmak için adım atmış, el uzatmış, risk almış, ortaya canlarını koymuş insanlardan olmadılar. Gidenlere yardım etmediler. Gönülleriyle ya da dilleriyle muhabbetle onları uğurlamaya tenezzül bile etmediler. Sürecin sabote olmaması için sükûtu da tercih etmediler. Yalnızca konuştular. Çatık kaşlarından ve titreyen ellerinden rahatsızlıkları ayan beyan ortaya çıkmasından da alınmadılar. Uluslar arası basının, lobilerin, diasporaların istedikleri cümleleri kurdular. Sonuçta istemeseler de tüm Ortadoğu’nun, Kuzey Afrika’nın beklediği çıngıyla tutuştu halkların dili, çözüldü pranga. İsrail askerinin fiyakasını bozan Marun Er-Ra's’taki direnişten sonra Mavi Marmara’daki gönüllülerin silahsız direnişi Arap halklarının üzerindeki ölü toprağını kaldıran bir soluğa dönüştü ve hürriyet için yanıp tutuşan milyonların önündeki korku perdesi sonuna kadar aralandı. Tüm İslam coğrafyalarında tarih yeniden yazılmaya başlandı gibi. Akdeniz’in serin sularıyla buluşan şehit kanları cemre oldu; sanki tarihe, gönle ve en çok da donuk beyinlere düştü.
“Nasıl olur da Allah yolunda savaşmayı ve "Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu topraklardan kurtar(ıp özgürlüğe kavuştur) ve rahmetinle bizim için bir koruyucu ve destek olacak bir yardımcı gönder!" diye yalvaran çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmayı reddedersiniz?” (4/Nisa 75) Bir ayet etrafında birleşen binlerce insanın emeği ile ortaya çıkan bu yolculuğun misyonu henüz bitmedi. İkinci Mavi Marmara seferi yaklaşıyor. Gazze için yeniden kollar sıvandı. Önce Gazze. Sonra Suriye, Bahreyn, Yemen. Mavi Marmara’nın fikrinin, iradesinin, kardeşliğinin taşınacağı daha çok yer var.
Mehmet Ali’nin içinden dokuz kurşun çıkarıldı. Şimdi dokuz iz taşıyor. Dokuz nişan. Dokuz şahit. Çocuklarına, soyuna bırakacağı tarifsiz bir hediye. Bir gurur fotoğrafı. Amel defterinin kenarına iliştirilmiş dokuz yıldız. Dokuz pekiyi. Mavi Marmara’da şehit olanların, Mehmet Ali ile birlikte yaralananların, gemiye gönüllü olarak dâhil olanların, projenin finansmanına katkıda bulunanların ve dualarıyla sefere yardımcı olanların, hepsinin, hepimizin hissiyatını yıllar önce yazdığı İsra isimli şiiriyle Sinan Ceran anlatır sanırım:
…
Kimin derin uykusudur bu derin
Dağın taşın değil, kimin bu uyku
Kuş uykusu bendeki kuş uykusu
Körleri iyileştiriyorum, cüzamlıları
Diye hayal ediyorum
Hayal ediyorum işte
Çıplak ayaklarımızla
Kızgın güneşin altında
Toprağa karışıyormuş terimiz
Yürüyormuşuz Kudüs’e
Hayal değil biliyorum, halklar yürüyünce
Güneş, yıldız, bulut, dağ, taş, ırmak, deniz yürüyecek bizimle
…
(Haritada Kan Lekesi, Haz. Asım Öz, Pınar Yay., s.241.)