Akşam gazetesi yazarı Serdar Turgut, medyadaki “vasat köşe yazarları” eleştirilerini yakında “isimlendirmeye” başlayacağını duyurdu. Bu yazı yayımlandığında sözünü yerine getirmeye başlamış bile olabilir... Köşe yazarlığımızda vasatlığın ciddi bir problem olduğuna ben de inanıyorum, fakat bu problem üzerine yazı yazmaya soyunan bir kişinin bagajının başka ciddi problemlerle yüklü olmaması gerekir.
Bence köşe yazarlığımızda “tutarsızlık” en az “vasatlık” kadar önemli bir problemdir ve doğrusu, onu telaffuz eder etmez de aklıma ilk gelen isimlerden biri Serdar Turgut olmaktadır.
İki ay kadar önce Yeni Aktüel dergisine yazdığım Serdar Turgut portresine “Türkiye’nin en şahane bireyi” başlığını koyarken, Ümit Kıvanç’ın taa 2000’de Medyakronik döneminde Turgut’u anlatırken başvurduğu bir “birey” tarifinden yararlanmıştım. Şöyleydi Ümit’in tanımı:
“Kendi dışındaki hiçbir şeye karşı sorumluluğu bulunmayan, herhangi bir ‘değer’e tâbi olmayan, tutarlı olması gerekmeyen, tek referansı kendi keyif, niyet veya çıkarı olan, bunları da canı istediğinde değiştirebilen, şahane birey...”
Ümit’i kızdıran şey, Serdar Turgut’un Avustralya yerlileri Aborjinlerin varlıklarını günümüzde de sürdürebilmelerinin sırrını sökmeye çalıştığı yazısıydı:
“O kadar vahşi ortamda varolabilmelerinin tek yolu, sürekli daha da büyük bir çirkinliğe doğru evrilmeleriydi. Evrile evrile öyle bir noktaya geldiler ki, ormandaki en vahşi ve acımasız hayvan bile bu insanları gördüğü anda onlara acıyor ve yemekten vazgeçiyor.”
Ümit’e göre Serdar Turgut tipik bir “şahane birey”di:
“Tebrikler Serdar Turgut, ‘Öteki Türkiye’ tartışmasıyla insanlara vicdan, ahlâk gibi kavramların önemini hatırlattın, ama hemen ardından nedense bütün bunları ciddiye almamamız gerektiğini anlatıyorsun.”
Serdar Turgut’u yıllardır izliyorum ve her yıl Ümit Kıvanç’a biraz daha hak veriyorum. Neden sürekli olarak bir uçtan öbür uca savrulan şeyler söylediğinin üzerinde çok düşündüm, sonuçta “yaşam tarzı”nı ve kendi ihtiyaçlarını her şeyin önüne koyan biri olarak yaptığı her analizin kendi korkularını, iyimserliklerini, öfkelerini yansıttığına karar verdim. Belli bir anda kime, hangi gruba öfkeliyse yazılarıyla bir süre onları haşlıyor; daha sonra öfkesi yön değiştirdiğinde yazılarının yönü de tamamen değişebiliyor.
Serdar Turgut’un “Beyaz Türkler”i...
Söylediklerimi, portresini yazarken başvurduğum birkaç karşılaştırmalı örnekle temellendirmeye çalışayım...
Portresini yazdığım sıralarda (nisan başı) bir zamanlar “hayat tarzları beş duyularıyla sınırlı, düşünce aramayın” diye hakaret ettiği “Beyaz Türkler”i ülkenin belkemiği sayma dönemindeydi... Mesela 27 Mart 2009’da “liberal faşist”lere hitaben “Cumhuriyeti ve Atatürk’ü seviyorum, var mı buna bir diyeceğiniz?” başlığını koyduğu köşesinde “Cumhuriyet’i ve Atatürk’ü sevenler”i şöyle tarif etmişti:
“Biz Atatürk’ün kurduğu modern ülkede yaşamak isteyen, düzgün çocuklar yetiştirmekten daha büyük arzusu bulunmayan ve tercih ettiğimiz hayat tarzını yaşarken kimsenin de tercihlerine karışmamak gerektiğini bilecek kadar aile terbiyesi olan insanlarız.”
Oysa, “kimsenin tercihlerine karışmazlar” dediği bu insanları, çok değil 15 ay önce bakın nasıl anlatıyordu (4 Ocak 2008 tarihli “Beyaz Türkler” yazısından):
“Soyutlama yaparak düşünmeye alışık olmadıkları halde, kendilerini kurnaz olarak tanımladıklarından, ‘life style’larını tehdit altında gördüklerinden (bu life style ise sadece beş duyu üzerine kurulmuştur. İçinde öğrenmek ve düşünmekle alakalı faaliyet katiyen yoktur) güya araya o lafı sıkıştırıp AKP’yi uyaracaklarını sanıyorlar. (...) Yıllar boyunca bu insanlar beş duyularını tatmin etmek için doyasıya yaşar, dünya umurlarında değilken, başka bazı insanlar ‘farklılıklara saygı’ bekliyorlardı. Düşünmeye, soyutlama yapmaya alışık olmadıklarından bu saygıyı veremediler. Sadece ‘bugün ne yeriz, ne içeriz, kiminle yatarız’ı düşünmekle yetindiler.”
Şimdi de bugünlere gelelim... Serdar Turgut “Türkân Saylan’ın ardından yürüyenler” için bakın ne diyor:
“Cenazeyi laik Türkiye’nin bir gösterisi haline dönüştürenler, Türkan Hanım’ın arkadaşları, cenazeye özel ilgi gösteren TSK ve Deniz Baykal, laikliğe makul bir yeni tanım getirmenin, diyaloğun ve Türkiye’nin önünü açma imkânını kapadıklarını görmüyorlar maalesef. Güzel yaşamış ve güzel işler de yapmış olan Türkan Hanım’ın yaşamının toplumun bir bölümünü ötekileştiren ve yabancılaştıran bir yönünün olduğunu da hatırlamamız gerekiyor.” (Yazının başlığı da çok şey söylüyordu aslında: “Ya o korkunç ikna odalarına Kardelen kızları sokulsaydı?”)
Bu türden “salınımlı” yazarlar, esasen ülkedeki aşırı kutuplaşmış politik hayatın tadını çıkartıyorlar. Çünkü bugün “ak” dediklerine yarın hiçbir ciddi gerekçe göstermeksizin “kara” dediklerinde, evet kutuplardan biri ona veryansın ediyor ama öbür taraf da maziyi hiç hatırlatmadan bu “yeni fikir” sahibini bağrına basıveriyor. Çünkü aşırı kutuplaşmış ortamlarda taraflar tutarlılık aramazlar; “biz”den seslerin çoğalması daha önemlidir.
Serdar Turgut’un “ulusalcılar”ı...
Alın mesela: “Ulusalcılık bir hastalıktır” (1 Nisan 2008) yazısını yazdığında, bu akımın hakikaten hastalıklı bir ideoloji olduğuna inanan ve bunu yıllardır savunanlardan hiçbir tepki gelmedi. Hiç kimse kalkıp, bu yazının sahibinin Akşam gazetesinin genel yayın yönetmeni olarak yazarlarına “önce vatan” direktifi verdiğini de hatırlamak istemedi:
“‘Önce vatan’ diyen, Türkiye’nin sorunlarına, kırmızı çizgilerine sahip çıkan bir gazete yapmak istiyorum. Yakında gazetenin logosu değişecek. ‘Önce vatan’ diyeceğiz logoda. (...) Çünkü vatanın elden gitmekte olduğunu düşünüyorum. Bir oyun oynanıyor Türkiye ile ilgili. Bunu göstermek de amacı olacak bu gazetenin. Köşe yazarlarından da bunu rica ediyorum. Bu gazetede her yelpazede hayatı yazanlar var. Onlara ‘Önce vatanı ön plana getirin. Sonra ne yaparsanız yapın,’ diyorum.”
Biraz tutarlılık gözeten, biraz entelektüel vicdanı olan biri, bizzat kendisinin “hastalık”ın mikroplarından biri olduğunu fâş eden bu satırlar ortadayken, kalkıp şunları nasıl yazabilir:
“Bu tarikattaki insanlar, aynen dünyanın sonunun geldiğine kendini inandırarak çıldıran tarikattaki insanlar gibi Türkiye’nin sonunun geldiğine kendilerini inandırarak çıldırmışlardır. Aslında ‘Çılgın Türkler’ bağlantısı da budur.” (“Ulusalcılık bir hastalıktır”, 1 Nisan 2008.)
Şunu da unutmayın, yazarımız, bu satırları yazmasından üç yıl evvel “Şu Çılgın Türkler”i gazetesinin manşetine taşımış ve şöyle yazmış biridir:
“Dünkü manşetimizde yer verdiğimiz ‘Şu Çılgın Türkler’ adındaki kitap zor koşullar altında özveriyle taviz vermeden mücadele edip kafasını dik tutmayı beceren bir ülkenin milyonlar tarafından nasıl da özlendiğini göstermektedir.” (“Bugünlerin geleceği belliydi”, 11 Ağustos 2005.)
Ben Serdar Turgut’u, her siyasi meşrepten köşe yazarının tek bir gazetede biraraya getirilmesiyle oluşturulan kakofoniye (yayın yönetmenleri ona “çoğulculuk” diyor) benzetiyorum. Fark şurada ki, o bunu tek başına yapıyor. Ve problem şurada ki, kimse bunu dert etmiyor, “adam ne düşünüyorsa, ne hissediyorsa onu yazıyor, ne var bunda” diyor... Kakofoniye nasıl çoğulculuk diyorlarsa, tutarsızlığa da samimiyet diyorlar...
TARAF