Anahtar Kavramlar: Medine, Medine Sözleşmesi, medeniyet, İslâmî bakış.
Sunuş
İslâm, oryantalistler, gelenekçiler, modernistler ve daha başkaları tarafından tartışılıyor. Bu tartışmalar sürecinde hakîkatin anlaşılmasından öte çoğu kez mutlak hakîkat buharlaştırılıyor. Bazen naslar müfsidlerin diliyle tahfif ve tahkire konu edilirken bazen de zaman ve mekânında anlamlı olan merhale ve maslahatın konusu fıkh-ı mûcib söz ve uygulamalar, bağlamından kopuk ifsadî amaçlara malzeme kılınabiliyor. Burada fark edilmeyen tehlike, İslâm düşüncesinden övgü ile yüceltilen kesitlerin seküler düşüncelere teşne kılınmasıdır. “Medine, Medine Sözleşmesi, Medeniyet” konusunu ağırlıklı olarak bilinç düzeyinde ele almayı araçsal analize tercih ettim. Bu tercihim, konunun teknik yönü üzerinde oldukça durulmuş olması ve de meselenin tez-antitez analojisine hebâ edilemeyecek kadar önemi haiz görme kanaatimdendir.
Daha ziyâde “Medine Sözleşmesi” ekseninde müzakere edilen konu, tedricen anlamlı; merhale ya da ahvâle dair maslahat yönüyle incelenmelidir. Ancak konu şimdilerde bağlamından kopuk ilgisiz düşüncelere malzeme kılınma eşiğinde ilerliyor. Maslahat-mefsedet çerçevesinde değerlendirilmesi gereken olgu, salâhtan arınıp fesâda malzeme kılınma riskine mâruz. Aktüelde tartışıldığı şekliyle meselenin en netameli yönü “İslâm’da Devlet”[1] fikrinin altı oyularak ilerleniyor olmasıdır. Kimileri için şimdilerde hayalî duran bu ifade hadd-i zatında kendini inkârın konformizmi ile kendini inşânın maliyetine katlanma iradesinin yoksunluğundan beslenmektedir. Mecrasında müzakereye değer konu, çoğu kez ilgisiz sonuçların aracına dönüştürülmüştür. Bunlardan sadece biri, Batı’nın ve bâtılın yapıp ettiklerinden hiç ders alınmamış gibi yaşananlara ham hayal bakma, emperyal dünyanın derin projeyle iliklerine kadar emip viraneye çevirdiği dünyayı görmeme/okuyamama iken, karşısında ise paranoya ölçeğinde komplocu anlayış yer almaktadır. Egemen güçlerin en sofistike komplosu, kitleleri önce komplo teorisyenliğiyle meşgul etmek, takıntılı psikolojiye esir almaktır. Bu hastalığa tutulanlar ötekinden bahisle pasifizmi meşrûlaştırmanın yaman taraftarlığını yaparlar. Oysaki Müslüman, olup biteni müslümanca bir bakışla değerlendirmenin yanında, ne yapılması gerektiğini söyleyip gereğini de yapandır! Durulması gereken nokta, Allah’ın bak dediği yerden bakmak; adâlet, ilim ahlâkı, tefekkür ve tedebbür ile ceht ve gayreti sürekli kılmaktır.
Enformasyon, teknoloji ve de nesnel zeminde yaşam kalitesinin artmasına rağmen günümüz insanı tam bir mâlûllük içerisindedir. İnsanın mâlûllüğü refâha olan mahrûmiyetinden değildir. Özellikle Batı insanı refâh açısından doyum noktasına ulaşmıştır. Diğer taraftan geri kalmış/geri bırakılmış dünyada milyonlarca insan, açlıktan, yetersiz beslenmeden ölmektedir. Vahim olan, facianın müsebbipleri tarafından daha fazla sömürebilme hesabıyla yardımlar yapılıyor olmasıdır. Bu yönüyle batılı insanın asıl mâlûllüğü fikrîdir. Kezâ müreffeh olmak huzurlu olmak için yeterli değildir.
İnsanlar sorunlarına çözümü ‘sözün tükendiği nokta’, ‘tarihin sonu’ olarak sunulan ‘modern hayat tarzı’nda ya da yeni insanî bir boyut arayışı içerisinde moderniteye eklemlenen gelenek/ gelenekselcilik (Tradition/ Traditionalism)te aramaktadır. Batı, modernliği paranoya derecesinde sözün tükendiği nokta sanmakta ve bunu insanlığa dayatmaktadır. Tarihin sonu; sözün tükendiği nokta, bizce sonun başlangıcı, asıl üretilmiş değerlere mutlakıyet atfetmenin her şeye maddî zaviyeden bakmanın iflâsıdır. Ancak bu iflas, ruhanîyatçı, mistik, gizemli eğilimlerin meşrûiyeti demek değildir. Yaşadığı buhranı ötekinin mağduriyeti üzerinden menfaate dönüştürme anlayışına sahip modern batı, bunalımı kazanca tahville sabıkalıdır.
Modern dünyanın yaşadığı düşünsel bunalımın nedenlerini bilme zarureti vardır. Bunalımın seyir haritası diyebileceğimiz serüveni bilmek, öncelikle Antik Aydınlanma, Aydınlanma, Reformlar ve Rönesans kaynaklı talepleri bilmekle mümkündür. Oysa sorunun kök nedeni de kök cevabı da bizatihi yaratılış hakîkatinin beyanında mevcuttur. Yaşanan bunalım, bize Allah’a rağmen bir hayatın mümkün olmadığını ve din dışı medeniyetlerin dünyayı bu hâle getirdiğini göstermektedir.
“İslâm’da öncelikli değer devlet değildir”, “Laik, liberal demokrasi İslâm’a uygundur” nev’î popülist yaklaşımlar; barış, adâlet, seçim, şûrâ gibi isteyenin istediği içerikle anlayıp ifade ettiği ancak tevhitten arınmış önermeler, liberalizmin üretmeleridir. Bu eksende, konjonktürel şartların anaforuna hebâ edilen Medine vesikası konusunun fikrî temelleri dahi berhavâ edilmiştir. Buralarda İslâmî ahkâm buharlaştırılmakta, seküler ilkeler ihdas edilerek yüceltilmektedir. Önceliğin ‘devlet’ olmaması, devlete giden yolların necâset ve kebâirle kirletilmesini haklı kılmaz!
Giriş
İslâm’da devletin anlam ve gereğini, hicretin misyonunu izah eden ders yüklü veciz ifadesinde Hz. Ömer, “İslâm cemaatsiz/devletsiz olsaydı, Mekke’de olurdu; misafir statüsünde olacak olsaydı, Habeşistan’da olurdu.” diyor. Medine'ye hicret rahat bir yurt için göç, Mekke'yi fetih de geride bırakılanlara kavuşmak için geri dönüş değildi. Evvelemirde esas amaç dini Allah’a has kılma, yeryüzünde fitne kalmayıncaya dek ceht ve gayretin sürdürülmesi idi. Yani nehir yatağında akıyordu. Hicret ve fetih ne idiyse biatler, anlaşmalar, seferler gibi “Medine Sözleşmesi” de aynı amaca ma’tûf takip edilen işaret taşı idi. Yerinde ve zamanında gönderilen dâvet mektuplarının, yapılan sözleşmelerin hiç biri son değildi; yerinden edilmeden ve hele reddetmekle emrolunan küfre meşrûiyet malzemesi kılınmadan her dem tekrarlanabilir işaret taşlarıydı.
Dünkü şartlar tekrar tahakkuk eder, Yesrib’i Medine’ye dönüştüren irade kâbil-i kıyas sayı azlığına rağmen taraflarca mutlak bir itaat ve teveccühle nihaî hâkim karar kabul edilirse, şüphesiz bugün de Medine vesikası hukuku üzerinden toplumsal mutabakat vücûbiyet arz eder. Ancak bugün roller tamamen farklı iken, İslâmî bir ıstılahın paravan olarak kullanılması ve mağlubu galip sanma duygusal motivasyonuyla İslâm, küfrün hâkimiyetini meşrûlaştırma vasıtası kılınma riskiyle yüz yüzedir. İslâm namına tescil ve tahkimin söz konusu olmadığı bir vasatta, İslâm’ın, varlık-bilgi (ontolojik-episteme) bağı vahiyle kopuk ideoloji ve sistemler tarafından suni teneffüs için popülizme malzeme kılınması kaçınılmazdır.
“Emperyal güç ve iradenin Medine Sözleşmesi ekseninde toplumsal mutabakata ihtiyacı var mı ki?” nev’î muhtemel beylik soruları duymazdan gelmeden söyleyeyim: “Evet, vardır.” İslâm, bugün kimliklerde yazılı ‘Müslüman’ isminden ibaret sanılırsa şayet, hiç şüphesiz böyle bir çabaya ihtiyaçları yoktur. Lâkin küfür, kendi kodları gibi İslâm’ın da soy kütüğünü çok iyi biliyor. Modern Batının değiştirmeyi hedeflediği de artık Müslümanlar değil bizatihi İslâm’dır. Kezâ ‘Müslümanım’ diyenlerin kahir ekseriyetle kendisine benzediğinden endişesi kalmayan Batı, Kur'ân’a dönük tahrif çabası içine girmiş, Peygamberi itibarsızlaştırmak, Sünnet’i tahfif ve tahkir konusu hâline getirmek, İslâm’ı Protestan bir formla Hristiyanî hikâyeye mâruz kılmak istemektedir.
Bu kaygılar muvacehesinde bir ân için, “Medine Sözleşmesi ekseninde toplumsal mutabakat olsa ne olur, ne kaybederiz?” İslâm fıkıh geleneği, hareket fıkhının sürekliliği içinde ortaya çıkmış anlamlı/tutarlı içtihadî ifade ve çabalardır. Bunu tehdit eden anlayış, muhkem hükümlerin; zaman ve mekânla mukayyet olmayan âlemşümul prensiplerin ilgâsını; gayr-ı islâmî anlayışların ibkâsını ve dahi modern seküler sistemlerin İslâm’ın müntesipleri eliyle ikamesini davetkâr anlayıştır. Sosyolojiler için tehdit olan bu durum onu besleyen bireyin akıl/ruh sağlığı açısından da bir tehdittir. Kezâ tarihsizlik felâkettir. “Bir geleceği olmadığını düşünen bir toplum bir sonraki neslin ihtiyaçlarına dikkat kesilmeyecektir.”[2] Tarihî süreksizlik duygusu birey gibi toplum üzerinde de tahripkâr bir etki oluşturur. Değer yargılarının anlamsızlaşması, sosyal bağların zayıflamasını hızlandırırken, narsist duyguları da harlar. Bundan böyle kavramlarını tüketen, iddialarından vaz geçen, yarınlara erteleyecek umutları dahi kalmayan kuşakların ceht ve gayret heyecanı sonlanmış olur. Kuşkusuz bütün bunlar Allah’ın koruması altındaki İslâm’a zarar veremez ancak küfrün hükümferma kol gezdiği bir vasatta, Müslümanlardan ziyâde İslâm’ın hedef alındığı fesâda güle-oynaya teşne olunur, geleceğe dair umutlar tüketilir!
Ve nitekim kadimden bilinen ifadeyle, Rasûlullah’ın (as) Mekkeli müşriklere başkan/reis olması yönündeki öneriyi kabulü, emir ve otorite Dâru'n-Nedve’de, Meşûre Meclisi’nde olduğu sürece Mekke aristokrasisine nefes aldırmaktan öte işe yaramayacaktı. Bununla Allah’a kulluk değil, Abdullah oğlu Muhammed’e kulluk edilecekti belki. Mekke aristokrasisi bundan rahatsız olmayacaktı ve nitekim bunu farklı formlarda ısrarla öneriyorlardı. Bu durumda olası Roma, Bizans, Pers tağutları gidecek, yerine Arap/Kureyş tağutu gelecekti… Ancak Allah (cc) ma’rûf ve münkeri bir arada murat etmiyordu. Lâ İlâhe İllallah ile kulluğun sadece Allah’a yapılması, dinin Allah’a has kılınması Murad-ı İlâhî idi ve öyle de oldu, Rabbimiz dinini tamamladı.
Bakmamız Gereken Yer, Velâkin Hâl-i Pürmelâlimiz!
Ümmet coğrafyası emperyal güç ve irade tarafından işgal altındadır. Ancak daha vahimi zihinlerin işgal edilmişliğidir. Bu vasatta hakîkatin buharlaşması, sonraki düşünce ve amelleri de yerinden etmiştir. Sıradan dinî meseleler dahi dinin ideolojileştiği eklektik bir vasatta ilerliyor. Ümmetin vahdetini ihlâlle yetinmeyen muârız anlayış şimdilerde bizatihi dini; Kur'ân ve Sünnet’i hedef almıştır. Bugün ümmet her zamankinden daha yoğun ıstırap yüklü bir gündemi yaşıyor. Şâhidi olduğumuz düşünsel ifsâd ve fiilî katliamlarsa sürgit... Dolayısıyla ümmetin hâline dair muhasebeye yoğunlaşırken, içinde bulunulan sıkıntıları giderecek aslî dinamikleri bilinç zemininde paylaşma zorunluluğu vardır. Bu tespit evvelemirde ‘Emîn’ ve ‘Adil’ şâhidliği yerine getirmeği gerektirir.
Hâlihazırda ümmet coğrafyasında fikrî ve fiilî yaşananlar, meseleleri bireysel değerlendirme konforundan öte ele alma zaruretini doğurmuştur. Mâruz kalınan musibetler, ümmetin tamamını ilgilendiren umumî belâya dönüşmüştür. Bu noktada küfrün topyekûn harekete geçtiğini göz ardı etme hakkımızın olmadığını düşünüyorum. Bu düşüncem, “Umûmî belâya husûsî kederin fayda vermeyeceği"ne olan inancım sebebiyledir.
Değişen gündemleri doğru okuyup değerlendirebilme imkânı, ancak kulluk bilincinin canlı tutulmasına bağlıdır. Kök neden/ kök sorun ıskalanınca veya doğru tespit edilmeyince, aslî soruna doğru cevap da bulunamayacaktır. ‘Usûl’ün ‘Asıl’dan ayrıştırıldığı; birbirine rağmen kılındığı seküler okumanın mâlûlü günümüz kuşağı, hadiselerin sebep ve süreçlerini atlayıp salt sonuçları üzerinden kıymetlendirme zafiyeti yaşamaktadır. Niçin’leri öteleyip nasıl’larla avunmak, aslında insanın kendine, varoluş hakîkatine yabancılaşmasındandır. İnsanın ‘kendine ihâneti’ de diyebileceğimiz bu sonucun düşünmeyen, niçin bilmesi/anlaması gerektiğini bilmeyen birinin, bilmesinin de anlamasının da(!) mâlûmat yığınından öte mânâsı olmayacaktır.
Tarihin her döneminde geçerli olan hakîkat şimdilerde aşındırılarak tarih dışı/yanılgı (anakronizm) addedilme modasındadır. ‘Hakîkat’ izâfîleştirilirken ‘gerçeklik’ kutsanmakta; celladına âşık bir körlükle esarete mahkûm olunmaktadır. Bu vasatta doğruya/hakîkate, ilmî temelden yoksun ideolojik yaklaşımların reddi, ‘varlık’ (Mahlûk olan her şey/kulli şeyin), ‘var eden’ (Hâlık) ve ‘var ediş amacı’ (Kulluk) bütünlüğünde anlama çabası ile ulaşabilir ancak.
Farklı Sorunlar, Yerinden Edilen Cevaplar
Batıda kilise îmanına dönük savaş bir noktadan sonra büsbütün tanrı ile savaşa dönüştü. Kilise dogmalarının tanrı emri gibi kabul edilmesine düşmanlık, bu kez kılıçların yönünü bizatihi tanrıya çevirdi. Aydınlanma felsefesiyle birlikte tanrı merkezli görüş insan merkezli zemine kaydı. Bu zeminde problemlerin çözümü salt akılcı sınırlara terk edilince, zoraki merkez tayinine gidildi.[3] Batılı insanın her şeye seküler; pozitivist ve bencil bakışı, paylaşma, fedakârlık ve merhamet duygularını köreltmiştir. İnsanın psişik düşüşü, maddesel bilimlere odaklanmasıyla beraber seküler körlüğün ayak izlerini taşımaktadır. Bu durumu mikrodan makroya; bireyden topluma, mahalleden şehire varıncaya dek hemen her alanda gözlemek mümkündür.
Kilise odaklı problemlere çözüm arayışı kendine özgü kalması gerekirken, yöntem ve içerik itibariyle tefrik edilmeden İslâm kültür zeminine taşınmak istendi. Çoğu ideolojik tanımlamanın, ilâhî ilkelere alternatif olarak sunulması yine ideolojik bir tercihten beslendi. Takip edilen mâsum tonlu lâkin hin yöntem, benzer sorular üzerinden ancak farklı sorunlara cevap veriyordu. Bu cevaplar, İslâm ile doku uyuşmazlığı olan eklektik çözümler öneriyor. Kaygım o ki, konunun inanç yükü ve fikrî kodları doğru anlaşılmadığı takdirde, ne “Medine” ne “Medine Sözleşmesi” ne de “Medeniyet” kavramları doğru anlaşılacaktır.
Düşüncesinde netleşmemiş insanların söylemlerinde tutarlılık, siyasetlerinde istikâmet beklemek beyhûdedir. Bu, siyasî istikâmetin mühim, siyasî istikâmet için doğru tasavvurun ise daha mühim olmasındandır. Adalet-i mahzâ, adalet-i izafî’ye terk edilemez. Çünkü İslâm, bütüncül bir okumayı telkin eder. Allah’ın âlemler için tayin ettiği Kânûn-ı esâsî, adalet-i mahzâ’yı öngörür. Aslî ihtiyaç sathî yerde aranmaz! Ve istikâmet, Kur’ân’ın telkin ettiği doğru tasavvurla temin edilebilir ancak.
Allah, maslahatın gerçek mânâda ne olduğunu, nerede olduğunu en iyi bilendir. Şerîat, kulun dünya-âhiret maslahatını temin içindir. Mefsedetin maslahat addedilmesi, hevânın ‘akletme’ye galip gelmesindendir. Kezâ kalp bozulursa eylem bozulur! Allah’ı hesaba katmadan hevâ doğrultusunda işlenenlere ‘maslahat’ denilmesi, yapılanları ‘mefsedet’ olmaktan çıkarmaz. Yeryüzünü ıslâh ve îmar ile mâmur kılma ya da ifsâd ve tahrîf ile tahrîb etme sınavında olan insan, küllî hakîkati cüz’î faydalara tercihle mükelleftir. Şâtıbî, “Küllî bir durumla cüz’î bir durum teâruz (zıddiyet) hâlinde bulunursa, küllî olan takdim edilir (öne alınır). Kısmî maslahatların ihlâle uğramasıyla âlemdeki nizam bozulmaz. Cüz’î maslahatın küllî maslahattan öne alınması durumu ise bunun aksinedir. Çünkü küllî maslahatların ihlâl ve dumûra uğramasıyla âlemdeki nizam bozulur.”[4] der.
Batı, kendi varlığını idealleştirmesi neticesinde ‘diğer dünya’ olarak tanımladığı; ötekileştirip hadımlaştırdığı dünyayı, kendi değer yargılarıyla dönüştürmeye çalışıyor. Burada “Batı” kavramı ile kastettiğim, Yahudi-Hristiyan-Grek-Helen kültür temeli üzerine kurulu uygarlıktır. Bugünkü durumda ise Batı, seküler dünya görüşünün temsil edildiği her bir cenahtır. ‘Batı’ vurgumuzla, ‘Batılı değerler’in alternatifinin ‘Doğulu değerler’ olduğunu söylemek istemiyorum. Ancak bugün büyük sorun, Batı’nın kendi medeniyetini sözün tükendiği nokta/tarihin sonu sanmasında; daha vahimi bunu kendi dışında gördüğü dünyaya dayatmasındadır. Modernizm bugün hâkim paradigmadır ve başına buyruk hedefleriyle insanlığı kasıp kavurmaktadır. Batının hegemonyan tavrı, ahlâk ve değerler anlamında söyleyecek sözü kalmadığının teyididir. Modern Batı, yer yer kendi reel tarihsel süreciyle de çelişik, siyasî dayatmacı laisizm eliyle toplumları tasarımlamaya çalışmış ve ulaştığı yerleri tam anlamıyla ifsâd etmiştir. Burada laikliği felsefî arka planı ve sosyolojik tezahürleriyle modernizasyon sürecinin profan (lâdini) taleplerine siyasal bir karşılık olarak görüyorum.
Tarihte sadece şu iki yaklaşım arasındaki fark dahi oldukça anlamlıdır: Bir tarafta Niccolò Machıavellı (1469-1527)’nin Prens’inde ahlâka, erdeme, dine rağmen politik çıkar; şehir, devlet yönetiminde hileli yollar anlayışı vardır. Diğer tarafta, Fârâbî (872-950)’nin El Medinetü'l Fazılası, Nizâmülmülk (1018-1092)’ün Siyâsetnâme’si, İbn-i Haldûn (1332-1406)’un Devlet ve Mukaddime’sinde değer, anlam içkin uyarı yüklü öğütleri. Kaygımızı besleyen fark, sonuç için her yolu mubah gören seküler faydacılık ile varlık-bilgi, insan-değer eksenli, adaleti sevip istibdad ve zulümden uzak durulması; zulme karşı cesaretli olunması, huzur arayışının hikmet yolculuğu; niçin’i nasıl’a önceleyen anlam arayışı farkıdır. “Küfür ile belki amma, zulüm ile payidar kalmaz memleket” uyarısında bulunan, “Kudretin zapt yolları”ndan çok “Kudretin icra yöntemleri” ile meşgûliyeti yeğleyen anlayış farkı… Ne ki, farkın fark edilmesi modern insanın körlüğüne konudur. Bu fark, şimdilerde çoğulcu okuma[5] ile buharlaşan; ortak yaşam paydasından kalkılırken senkretizmle kat edilen yolun kodları farkıdır.
Dârülerkam’dan Medine Sözleşmesine
Lamartine (1790-1869) Hz. Peygamberi anlattığı yazısında şu ifadelere yer verir: “Amaçlanan şeyin büyüklüğü, amaca ulaşmak için başvurulan araçların azlığı veya kıtlığı, buna rağmen elde edilen sonuçların göz kamaştırıcı ve akıllara durgunluk verici nitelikte olması bir önderin ve topluluğun büyüklüğünü gösteren üç önemli ölçüttür. Mekke’de on üç yıl onlardan gelen ezalara gösterdiği sabrına, yüce varlığın yardımına olan kesin îmanına, devletinin sınırını değil de, düşüncelerinin sınırını genişletme mücadelesine baktığımızda bu îman, ona bir inancı diriltme gücü veren îmandır. Bu inanç, birincisi kılıç vasıtasıyla bâtıl ilâhları yok eder, ikincisi söz vasıtasıyla bir düşünce doğurur.”[6]
İslâm’a dâvet, teşriî faaliyet ve İslâmî siyaset açısından yapılan bütün sözleşme ve organizasyonlar kendi bağlamında birer dönüm noktası iken, kendisinden sonraki aşamaya da hazırlık özelliği taşırlar. Tarihte Musa (as)’nın karargâh mescit inşâsıyla emrolunması, Mekke’de Dârülerkam, Medine’de de ilk müesses yapının mescid olması (Mescid-i Kubâ), kurucu ilkeleri ihdas açısından önem arz eder. Hz. Peygamber’in diplomatik mektupları,[7] Hudeybiye anlaşması vd. Netice: “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim.”[8] hükmü ile vahyin hitama ermesi, sosyal-siyasal yapının İslâm Devleti ile taçlanması.
İbadetler maksat ve hikmet içkindir. Hikmet ile elde edilen fayda amaç değildir, vasıl olunan nimettir sadece. Maksat ise bir ibadetin bizatihi Allah’ın emri olduğu için yapılmasıdır. Risâlet süresince maksat esaslı gerçekleşen her eylem kendisini hazırlayan sacayakları üzerine otururken, kendisinden sonraki aşamaya da hazırlık vazifesi görmüştür. Dâvetin ardından îman edenlerle ahitleşme (biat) kendisinden sonraki her aşamanın adeta öncülü ve zorunlu halkasıdır. Mekke’de Dârülerkam karargâh mescidi, iç disiplin/eğitim açısından anahtar rolü üstlenmişti. Habeşistan Hicreti, Taif Hicreti, dâvet ve eğitim için Medine’ye gönderilen öncü şahsiyetler, Akabe Biatı ve biatte 120 yılı aşkın süregelen Buâs savaşının tarafları olan Evs ve Hazreç’in kardeş kılınması, hicreti hazırlayan mânîdar merhalelerdir. Medine Sözleşmesi’nin hazırlık safhalarını ise, Hicret, Muhacir ve Ensar’dan 186 âilenin kardeş kılındığı muâhât hukukunun tesisi, takva üzere kurulan ilk mescid (Kubâ mescidi), Hz. Peygamberin hicreti öncesi Medine’de kılınmasına izin verildiği hâlde henüz Mekke’de kılınmamış olan; toplumsal ve siyasî misyonu ile öne çıkan cuma namazının Rasûlullah (as) tarafından Medine’de kılınmaya başlanması. Medine civarına seriyyelerin gönderilmesi, Mescid-i Dırâr’ın[9] yıktırılması, pazarın kurulması ve Mescid-i Nebevî’nin inşâsıyla birlikte siyasî, dinî, askerî otoritenin tesisi. Bu süreçte yaşananlar maksat ve hikmet yönüyle doğru okunmadığı takdirde, İslâm’ın özel alana sürgün edilmesine harç taşınmış olunur.
Bu süreçte yaşananlar ile Yesrib ‘Medine’ kılınmış; ortaya çıkan miras, insanlığa ‘medeniyet’ olarak bırakılmıştır. Burada şu hususu belirtmekte fayda mülahaza ediyorum: Yapılanlar öncelikle Yesrib’i Medine kılmak için yapılmadığı gibi bir Müslüman medeniyeti oluşturmak için de kurgulanarak yapılmamışlardı. Konuyu, sıhhati meşkûk rivâyetler üzerinden ya da bir mizansen gibi değil, bizatihi yaşanmış, sabırla yoğrulmuş bir şahitlik olarak değerlendirmeliyiz. Bu yaklaşım, konunun doğru anlaşılarak sonrasını inşâ edici olmasına imkân verecektir. Allah’ın gaybî yardımı hiç kuşkusuz dilediği ân dilediği şekilde tecelli eder. Ancak mükellefiyetler sünnetullah çerçevesinde işlemekte ve Allah’ın yasasında bir değişme olmadığı Kur'ân’da tekrarla beyan edilmektedir.[10] Peygamber (as) bizim için Üsve-i Hasene’dir.[11] Emrettikleri de örneklik açısından tekrarlanamaz mizansen hadiseler olmayıp bizatihi yaşansın, örnek alınsın diye ortaya konulmuştur. Takdir edileceği üzere örnek alma ve şahitlik, takat üstü yükümlülük (teklîf-i mâ lâ yutâk) altına sokulmakla olmaz. Mükellefiyet, muktedirlikle orantılı olan iradî çaba ve gayret ile muteberdir. Bütün yaşananlar; hicret ve diğerleri, sünnetullah çerçevesinde varılan sonuçlardır. Bu çabalar, şer’î şerifin icrasıyla, küllî maslahatın gözetilmesiyle Yesrib’i Medine kılmış; câhiliye taassubunu/câhiliye hükmünü Allah’ın hükmüne; İslâm’a; tebdil etmiş, İslâm’ın Arap yarımadasında tescillenmesiyle sonuçlanmıştır. Mekke’nin darlığından Medînet'ül-İslâm’a giden süreci Hz. Aişe şu veciz ifadesiyle dile getirir: “Şehirler kılıçla Medine Kur'ân’la fethedildi.”
Bir olgunun yalnızca pratik hayata dokunması durumunda anlaşılmaya değer görülmesi, İslâm’ın sorunlar ortaya çıkmadan önce müdahale etmesine çok yabancıdır. İnsanlık bu zenginliğin farkına vardığında çok şeyini kaybedecektir! Medine Sözleşmesi bu yönüyle de insanlığa nadide bir fikir, bir imkân sunar.
Siyasî-Hukukî Belge -Medine Sözleşmesi-
Medine Sözleşmesi için ‘meşrûiyetini Kur'ân vahyinden alan Hz. Peygamberin tatbikatıdır’ tespitinde bulunan Bulaç, vesikanın temel esprisini şu ifadelerle dile getirir: “İslâm, Mekke'de 13 sene boyunca baskı altında ancak küçük bir cemaat olabildi, özgür Medine ortamında Arap yarımadasının tamamına ve üç kıtaya yayılma imkânı buldu. İnsan inanacaksa kendi özgür iradeleri ve tercihleriyle inansın, inanmayacaksa da kendi inançları ve amelleriyle Rabbine hesap versin. Medine Sözleşmesi'nin temel esprisi budur.”[12]
Medine’de yaşayan Müslümanlar, Yahudiler ve müşrik Araplar arasında hicretten kısa bir süre sonra Hz. Peygamber’in önderliğinde hazırlanan Medîne vesikası orijinal metninde kitab ve sahîfe adlarıyla, kaynaklarda ise muvâdaa ve muâhede gibi isimlerle anılır. Sıhhati konusunda şüphe olmayan vesika, klasik kaynaklarda tam metin hâlinde günümüze ulaşmıştır. Vesika, Medine’deki farklı toplulukları, bunların birbiriyle ve yabancılarla ilişkilerini, bu toplulukların idarî ve adlî yapılarını, fertlerin sahip olduğu din ve vicdan hürriyetini belirli esaslara bağlayan tecrübeye dayalı bir metindir. Batılı araştırmacılar da belgeyi “Medine Anayasası” (The Constitution of Medina) olarak adlandırmaktadır. Muhammed Hamîdullah bu vesikanın tarihte tesbit edilebilen ilk yazılı anayasa olduğunu belirtir.
Medine vesikasının hangi şartlar altında hazırlandığının anlaşılabilmesi için şehirdeki dinî, siyasî ve sosyal durumun dikkate alınması gerekir. İslâm’dan önce Medine’de herhangi bir devlet yoktu. On bin civarında olan Medine nüfusunun 1500’ü Müslümanlardan oluşuyordu. Burada, Hz. Peygamber’in taraflar arasındaki anlaşmazlıklarda son yargı merciî ve ordu kumandanı olarak kabul edilmesi onun devlet başkanı olduğunu, Medine toplumundaki yerinin güçlü bir şekilde kabul edildiğini göstermektedir. Medine vesikasının hükümleri hicretin 2. yılında (624) tek taraflı olarak ilk defa Benî Kaynukâ Yahudilerince bozulmuştur. Anlaşmayı bozan ikinci Yahudi kabilesi Benî Nadîr olmuştur. Son olarak da Mekkeli müşriklere destek verme teşebbüsünde bulunan Benî Kurayza vesikayı ihlâl etmiştir.[13]
52 maddeden oluşan vesikanın yazıda tercih ettiğim sınırlı bağlam açısından şu hususlarının altını çizmek istiyorum:
Kendileriyle toplumsal mutabakatın sağlandığı Medine topluluğu metinde ‘Ümmet’ olarak zikredilmiştir. Bunlar, ümmet-i icabet hatta doğrudan ümmet-i dâvet olmayıp siyasî birliğin bileşenleri anlamında bir ümmettir. Kurucu unsurun İslâm olduğu bir ümmet/birlik. Bu metin Kur’ân’da, hadis, fıkıh ve kelam kitaplarında bir bütün olarak yer almamıştır. Sözleşmenin, her dönem ve sosyolojide ümmeti bağlayan anlamda değil, şartlar tahakkuk ettiğinde ilgilendiren anlamda bir merhale, maslahat olduğu aşikârdır.
Evs ve Hazreç arasında süregelen savaş, Yahudi kabileleri arasında da vardı. Sözleşme, önce Medineli müşriklerle ardından Yahudilerin de katılımıyla imzalandı. Merhale, müzakere ve aşağıdan yukarıya doğru katılımın gerçekleştiği; doğal liderlerin (nakib) temsil ettiği görüşmelerde, son derece fıtrî ve hikmet yüklü bir yol takip edilmişti. Sözleşmede, toplumsal mutabakata dair hükümler, vahiy eksenli ihdas edilmiştir. Sürecin her aşamasında reel siyaset/vakıa göz ardı edilmezken hiçbir aşamasında ideal siyaset dikkatten uzak tutulmamıştır. Buna, “Küllî maslahatın cüzî maslahata fedâ edilmemesi” diyebiliriz. Farklı bir ifadeyle Nebevî Risalet’in kabul etmeyeceği pragmatizm asla güdülmemiş, vakıa dikkatten uzak tutulmadan ilkeler ekseninde yol alınmıştır. Yani hakîkat gerçekliğe fedâ edilmemiştir. Nitekim bugün de ısrarla vurguladığımız husus, başkalarıyla müzakere ayrı, İslâm’a rağmen İslâm dışı ilkeler etrafında onlara tabi olmak apayrıdır.
Sözleşmede bileşenler, İslâm’ın evvelemirde Allah’ın âyetleri olarak kabul ettiği ve aksi anlayışları zemmettiği bir özgürlük anlayışıyla; dilleri, kavimleri ve kendilerini tanımlamak istedikleri dinleriyle anılmışlardı. İhtilaf durumunda son kararın Hz. Peygambere ait olduğu kayıtsız şartsız kabul edilmişti. Askerî, malî ve siyasî sonuçları olan anlaşmayı ilk Yahudiler bozmuştu. İttifak ahlâkı gibi ihtilaf ahlâkı konusunda da insanlığa örnek ilkeler sunan İslâm, tevhid eksenli emanet, sadakat, adâlet ilkelerini sonuna kadar korumayı emretmiştir.
Çoğulcu Okuma-Tecdit Anlayışı Farkı
Müslüman düşünceye varlıkla ilgili tasavvurda bölünmüş bilinç ya da “iki alan” veya “çifte gerçeklik” fikri (din işleri-dünya işleri/dinî ilimler-dünyevî ilimler gibi), esasında fetihler ve tercüme hareketleriyle başlayan karşılaşmalarda bulaşmıştır. Seküler anlayış gününden beri hakîkate gözlerini kapayarak insanı bölünmüşlüğe terk etmiştir. İslâm, tarih dışı olmadığı gibi ân’a mahkûm zaman-mekânla mukayyet fikir ve amel ya da salt teolojik karakterli pasif müktesebat yığını da değildir. İslâm, zaman-mekânı aşkın âlemşümul yaşam tarzı anlamında ed-dindir dolayısıyla pür siyasettir. İslâm, ideolojileştirilmiş din ve politik müslümanlıktan ârîdir. Bu din, geçmişte olduğu gibi bugün de tarihe müdahil olabilecek; çağı yeniden şekillendirebilecek bilgisel ve tecrübî potansiyele sahip değişimin tek adresidir.
Müslümanın hedefi “Bulunduğu ortamda Müslüman olarak rahat yaşamak” değil; “Müslümanca yaşayacak ortamlar tesis etmek”tir. Kezâ câhiliye içinde yaşamak aslî değil arızî bir durumdur. Câhiliyenin yaygınlığı, durumu arızî olmaktan çıkarmaz. Müslüman için asıl olan, bulunduğu ortamı İslâm’ın yaşanabileceği hâle dönüştürmek için çaba sarf etmek veyahut başka yerleri ihyâ için kalkıp uzaklaşmak (hicret)tır. Allah’ın Peygamberi, kafaları ve ruhları yoğurup biçimlendirmenin safları hazırlayıp, sayıları çoğaltmaktan çok daha zor olduğunu biliyordu. Nebevî Sünnet bizatihi bunun şâhididir.
Meselelere bakarken öncelikle farklı paradigmaların kurucu ilkelerini dikkate almak zorundayız. Demokrasi, ontolojik ve epistemolojik köken yönüyle İslâm’a zıttır. Seçim ve istişare gibi benzer görüngüler demokrasiyi meşrûlaştırmaz. İslâm ve demokrasi kök nedensellik farkına sahipler. Medine Vesikası, İslâm ekseninde maslahat tarzıdır ve referansı Rasûl’ün (as) teyid ve gözetiminde icra olmuşluğudur. Şûrâ ve seçim gibi gerekli ve fakat yeterli olmayan unsurlar üzerinden Demokrasi’nin meşrûiyet veya hakemliği savunulamaz. Şûrâ ve seçimin meşrûiyetini kendisinden aldığı diğer İslâmî ilkeler göz ardı edilerek Medine Vesikası, demokratik yönetim, senkretik anlayışlar ve eklektik toplumsal konsensüslerin meşrûluğuna illet kılınamaz. Medine Vesikası, bir merhale, maslahat ve İslâm’ın hakemliğinde oluşmuş rıza toplumu hukuku iken, çoğulcu din anlayışı ekseninde eklektik/senkretik bir sonuç bildirgesi veya ilke ve kurucu aklı seküler/laik anlayışların oluşturduğu küfrî vasatlara dolgu malzemesi kılınamaz. Böyle bir anlayış dilden, dinden, fıtrattan ve dahası tarihi tecrübe ile delilden yoksundur. Meselenin tecdide konu bir husus olduğuna dair kanaatimizi teyid eden en önemli karine, sözleşmenin Risalet’in ortalarında gerçekleşmiş olmasıdır. Uygulaması bir yıl dahi devam etmemiş sözleşmeden sonra, Kur'ân on yıla yakın süre ile nazil olmaya devam etmiştir. Sözleşme, öncesinde yapılagelenlerle sonrasında devam eden uygulamalar arasında anlamlıdır. Konu yerinden edildiğinde anlamını yitirmekle kalmaz bilakis yanlışlara teşne bir rol yüklenmiş olunur.
Hakîkatin ölçüsü adâlet, emanet ve sadâkattir. Bu üç kavram Kur’ân’ın temel mesajından yani tevhitten beslenir. Biri giderse diğerleri de ayakta durmaz. Bir medeniyetten bahsedilecekse şayet, yoğurulduğu maya iyi bilinmelidir.
Medeniyet Dediğin -‘Ben’ Tasavvuru, ‘Öteki’ Algısının Zemini-
Coğrafî büyüklüğe sığmayıp harita ölçeğini aşan medeniyetler, granite kazınan yazı gibidirler. “Her şey unutulduğunda unutulmayıp geriye kalandır, kültür ve medeniyet.” denir. “Kaynaklarından kopan bir intelijansiyanın kaderi, bir mefhum hercümerci içinde boğulmak. Umrandan habersizdik, medeniyete de ısınamadık. İnsanlığın tekâmül vetiresini ifade için kendimize lâyık bir kelime bulduk: Uygarlık. Mâzisiz, mûsikisiz bir hilkât garibesi.”[14] Necip Fazıl, “Batı, Doğu, büyük doğu”; Sezai Karakoç, “İslâm, insanlık medeniyetidir.” diyor. Cemil Meriç, “Umrandan uygarlığa”; İsmet Özel, “Medeniyet değil siyaset”; Nurettin Topçu, yeni bir medeniyet özlemini, “Bu medeniyet Anadolu’dan yani güneşin doğduğu yerden doğmazsa dünyamız kararacaktır” ifadesiyle dile getirir. Mustafa Özel ise din, kültür ve medeniyet kavramlarında konuya bakışını toparlıyor: “Bana önce medeniyetini değil, dinini söyle. Dinini (Tanrı ve ben-idrâkini) söyle, kültürünü; kültürünü (kimliğini) söyle, sana medeniyetini (tekniğini) söyleyeyim.” diyor.[15]
Şeriati’ye göre, Müslümanlar modernleşme yerine medenîleşme kavramını tercih etmelidir. Kezâ medeniyet orijinallik ve yenilenme demektir. Bu sonuç, insanın yücelişine, manevî ve düşünsel yükselişine işaret eder. Taze bir îman olmadan medeniyet olmaz. Medeniyet Musa'nın (as), Muhammed'in (as) yaptığı iştir.[16] Âkif ise, “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.” derken, ‘vahşi’ diye nitelediği Batı dünyasıyla apaçık alay eder. Bir de alayın âlâsı vardır: “Mimsiz medeniyet!” Vahşilik, denîlik, alçaklık ve dahi zâlim damgası yemiş; mimi kaldırılmış medeniyet. “Medeniyet, yalnızca düşünülen ve konuşulanı; temeddün ise aynı zamanda yaşanılan ve yapılan süreci, sürekliliği içerir. Süreklilik, hem geçmişi hem şimdiyi hem de geleceği birbirine katar. “İslâm medeniyeti” tamlaması her kullanıldığında, idrakler yalnızca geçmişe doğru yöneliyor; İslâm da bir yaşam tarzı olmaktan çıkartılıp yalnızca bir araştırma konusu kılınıyor; bu nedenle, öyle bir sözcük seçilmeli ki, idrakte bir tamlık, bütünlük ve tümlük hissi ortaya çıkarsın.”[17]
Her tanımlama aslında farklı “ben” tasavvurundan ve “öteki” algısından beslenmektedir. Kanaatimizce burada temel husus, tanımlamaya konu zeminin hangi dinamiklerden beslendiğidir. Farklılığı da aynılığı da kıymetlendiren asıl budur. Bu sebeptendir ısrarlı tekrarlayışımız: Kök neden, kök sorun doğru tespit edilmeden doğru cevap, aslî çözüm bulunamayacaktır! Evet, hayatî sorulara doğru cevapları bulma zorunluluğumuz vardır. Bunun imkânı bilginin mü’mince teslimiyetle taçlanmasıdır. Teslimiyetin kaynağı izahtan vareste olan İslâm’dır. İslâm, öncelikle muharref gelenek ve modern anlayışla kirlenen Müslüman aklının biricik dermanı, tamlamalara ihtiyaç hissetmeyen pür iyinin adıdır.
Şehirler: Medeni Sözleşmenin Kadim Şahitleri
Şehirler, medeniyetlerin sessiz tanıklarıdır. Dinler ve anlayışlar şehir imgesinde de belirgindirler. Birçok düşünür için Rönesans fırtınalı, şaşaalı ve bir o kadar da tahripkâr bir süreç olarak tanımlanır. Rönesans için “yaratıcı ama tahripkâr” (creative destruction) ifadesinin kullanılması da bundandır.[18] Rönesans’ın, medeniyetler dünyasından getirdiğinden çok daha fazlasını götürdüğü muhakkaktır.
Rönesans’ın doğduğu şehir olarak bilinir Floransa. İtalya’nın bu ünlü şehri, Rönesans dönemini betimleyen en canlı örnekleri barındırır bünyesinde. Kentin merkezindeki en önemli meydan, Signoria Meydanı (Piazza della Signoria)’dır. Bu meydanda Neptün Havuzu, ortasında mermerden yapılmış Deniz Tanrısı Neptün'ün heykeli (putu), mermer atlar, etrafında denizkızları ve erkek deniz tanrılarını sembolize ederler. Ayrıca aynı meydanda Michelangelo'nun ünlü heykeli David'in (Davud) bir kopyası bulunuyor. Burası birçok farklı heykellerle çevrili bir alandır. Bunun yanında başka dini mekânlar da havsalayı daraltan düzeyde cinselliğin dinî figürlerle resmedilişine ev sahipliği yapar. Bizim okumamızla dinin nasıl sekülarize edildiği; ahlâk sınırlarının dini motif ve kimlikler üzerinden nasıl gösterime sahne olduğu şehirdir burası, yani Rönesans’ın doğduğu Floransa. Burada, Aydınlanma felsefesinin kutsalla olan kavgasının kendine ait yeni (modern) kutsallar üzerinden sürdürüldüğü görülür.
Dilleri, dinleri ve ötesi medeniyetleri kendinde saklayan şehirler, bilgece sırları gizemle örterler. Kimi yaşmaklı, kimi peçeli... Kudüs, Mekke, Medine, İstanbul, Mardin, Diyarbakır, Urfa, Bursa, Halep, Şam, Kahire, Bağdat, Beyrut, Kurtuba, Buhara ve daha niceleri… Bu şehirler adeta zaman aşkın miraslarıyla zamana mukavimdirler. Zaman, çehrelerini yıpratsa hatta emperyalist iradelerin taarruzuyla taş taş üstünde kalmasa da, isimlerinde taşıdıkları mesaj ve silinemeyen köklü miraslarıyla zamana karşı dayanıklıdırlar. Hamuru uhuvvet ve muhabbetle yoğrulmuş bir maya taşırlar…
“Kentin ve iskân ettiğimiz mekânın biçimi bizim kozmosla kurduğumuz ilişkiyi de belirler. En basit haliyle kim olduğumuza bu varlık içinde nasıl bir yer edindiğimize dair soruya bulunan cevap etkilenir. Bu son husus, hayata anlam verme çabamızla da ilişkilidir.”[19] Şehrin imârını, neslin ihyâsından kopuk düşünemezsiniz. “Şehri imâr ederken nesli ihyâ etmeyi ihmal ederseniz, ihmâl ettiğiniz nesil imâr ettiğiniz şehri tahrip eder.”[20] söyleyen Turgut Cansever, şehir-insan ilişkisinin, imâr, ihyâ ve ihmâl ifadelerindeki anlam harcıyla inşâ edilebileceğine dikkat çeker. “Şehir, düşüncenin dilsiz tanığıdır.” denilmiş. Yani, şehir ve insan; diğer adı medine, birbirine âyîne...
“Şerefü'l mekân bi'l mekîn” denilir değil mi? Ancak öyle mekân-insan hâlleri var ki, bu kez, “Şerefü'l mekîn bi'l mekân” demek kaçınılmaz olur. Mekân, şerefini üzerinde bulunanlardan aldığı gibi, orada bulunanların şerefini, bulunduğu mekândan alması da mümkün. Bütün mesele şerefyâb olabilmekte. İslâm’ın egemenliğinde terbiye olmuş şehirler çok dilli, çok renkli, çok kavimli zenginliğin izlerini taşırken, modern kentler, kozmopolit hikâyelerinde sömürgeleştirilmiş topluluklar, göçmenler, işçi köleler ya da sermayenin selâmeti için bir araya gelmiş yasal birlikteliğin fakirliğine mahkûm.
Hegemon İrade ve Din -Putunu Yiyen Putçular-
Modern putperestler acıktıklarında putlarını yiyen paganların ayak izlerini takip ediyor. Bugün de demokrasi, özgür irade, seçimler, insan hakları vs. teraneleri pragmatizm putu eşliğinde ilerliyor. Bilinen o ki, putunu yeme zilleti oldum olası terk edilmemiş! Tekâmül teorisiyle birlikte salgılanan genel kanaat, geçmişin kötü olduğu, Batılıların dışındakilerin de barbar olduğu düşüncesidir. Bunun kendisi üzerinden verilmeye çalışıldığı paradigma, liberal çoğulcu okuma biçimidir. Bununla reelde talep edilen, dinsel çoğulculuk; çoğulcu din anlayışı, sivil toplum ve yer yer İslâmî ıstılahlarla makyajlanmış/inceltilmiş siyasal erktir. Karşıtını kendi kurucu aklıyla üretme hinliğine sahip seküler anlayış, gerekli gördüğünde İslâm’ı yükselen değer olarak harlayıp protestan dine dönüştürmekten de geri durmaz. ‘Dinin’ dine rağmen politik kullanımına teolojik faydacılık demek mümkün. Bu tanımlamanın içini dolduran saik, hedefe ulaşmak için ‘her yolun mubah’ görülmesidir.
Modern çağın dominant söylemi, kaos ve kompleksliktir. Bu tespit, din için de geçerlidir. Sosyolog Max Weber’in Modernizm için söylediği “büyü bozumu”, yerini, yeni ve fakat kendi büyülü atmosferine bırakmıştır. Bu sonuç, tüketim, iletişim ve tüm çevresel faktörlerde kendini gösteren uyumsuz ve huzursuzluğuyla uysallaştırılan, nesneleştirilen insanla ortaya çıkmıştır. Oysaki modern iddia, insanı merkeze almış ve özne kılmıştı. Sekülarizmin çelişkisi kutsallarını üretmesi iken, modern dinin çelişkisi Protestan bir sonuç için reformize edilmeye çalışılmasıdır. Kalbe dayalı ontolojik bakışın yerini salt akla dayalı sınırlı olana terk etmesi, hurafe ağının oluşmasını geciktirmemiş her durumda sonuca gitme ilkesizliğini ilke hâline getirmiştir.
Batı toplumlarında aydınlanmayla birlikte Pozitivizm etkisini endüstriyel Kapitalizm aracılığıyla dinsel her bir öğeye varıncaya kadar gösterdi. Bu süreçte dine, bireylerinin kendilerini ilâhî amaçlara vakfetmekten uzaklaştırma rolü biçildi. Ancak din, beklenilenin aksine önemini yitirmedi bilakis yükselen değer oldu.[21] Küreselleşmeyle birlikte her alanda olduğu gibi dinin de ‘küresel’ bir işlev görmesi beklendi. Bu bağlamda dinsel çoğulculuk (pluralizm) nev’î paradigmalarla değerlerin kıymetsizleştirilmesi; yerel olanların ortadan kaldırılması -en azından inceltilmesi- zemininde yeni bir din hedeflendi. Bununla kendi doğasına ters düşmesine rağmen din, vahiy merkezli olmaktan çıkartılıp rasyonalize edilmek ve hümaniter bir zemine oturtulmak istendi. Yani akıl (us) ve insan merkezli bir din üretilmek hedeflendi. Sekülarize edilerek modern bir forma sokulan din, sekülarizmin ifsâd ettiği toplumların sorunlarının çözümünde şu veya bu şekilde yedeğe alınmak istendi.
Demokrasi, Laisizm, Liberalizm gibi modern izm’lerin vaizleri, kutsalı büyü olarak reddederken kendi pagan kutsallarını oluşturmuşlardır. “İnanmış bir Komünist veya Faşist ya da başka bir neo-pagan, şimdi ve burada nasıl davranacağı, kimi sevmesi, ne için savaşması, neye tapınması gerektiği konusunda bir Hristiyan’dan daha kesin emirlere sahiptir.”[22] Kutsaldan arındırılan yaşamın, modern mitoslar ve çağdaş hurafelerle doldurulması gecikmemiştir. Sekülarizm için modern dönemin 'dinsizlik dini' diyecek olursak abartmış olmayacağımızı düşünüyorum.[23]
Daha önce ele aldığımız ‘Kurtuluş Teolojisi’ (Liberation Theology) yazımızda[24], Marksist felsefe teorisyenlerinin, inkâr edip bâtıl saydığını dahi gerektiğinde kullandığı fikirlerden bahsetmiştik. Orada, akıl dışı olarak görülen dinin, reel akılla (!) harmanlanıp isyan ve protesto aracı olarak yeni modern bir teoloji üretilmesi için kullanımı öngörülmekte idi. Kurtuluş Teolojisi’nden hareketle ‘İslâmî Bir Kurtuluş Teolojisi’nin imkânını eleştirel bir dille ele aldığımız o yazıda, mustaz’af, Hilfu’l-Fudûl ve maslahat kavramlarını incelemiş, son olarak ‘baskı, zulüm ve haksızlığa başkaldırmanın İslâmî mantığını tespitle, İslâm’da bu ve benzeri teoloji denemelerine yol olmadığı sonucuna varmıştık.
Ahlâkî ve dinî alanda serbestliği, ekonomik alanda ise serbest pazar girişimciliği savunusuyla kendisini tanımlayan özgür (liberty/ free) okuma da, mekanik-metalik bir anlayışla ma’lûl olup varlığı; evreni ve dolayısıyla insanı nesneleştirmektedir. Liberalizm, adalet-i mahzâ’yı adalet-i izafî’ye terkle akıl çelen bir illüzyona mâruz bırakmıştır insanı. Hiçbir iş/oluşun Allah’sız olmayacağı inancıyla, hiçbir işe Allah’ı karıştırmama ideolojisi arasındaki fark, İslâm ile liberalizm arasındaki temel farktır. Aslî olandan her uzaklaşma insanı bozulmaya, haktan ayrılmaya sevk eder. Varlığın üzerine oturduğu aslî/küllî kâideler (kevnî, fıtrî) ve bunlarla mukayyet bulunan arızî/izafî kâidelerin varlığı, insanlığa sunulan temel mesajı yani tevhidi gösterir. Diğer emir ve yasakların tümü tevhid, küllî/esas kâideyle mukayyettir. Son derece kayda değer gördüğümüz bir diğer nokta da, aslî olana ulaşmanın imkânlarının da aslî olduğu hususudur.
Sekülarizmle dine karşı gerektiğinde sahiplenme, gerektiğinde erteleme gerektiğinde ise bastırma politik tavrı sergilenmiştir. Bu süreçte dile getirilen “Adalet devleti” nev’î tevhitten bağımsız anlayışlar[25], İslâmî açıdan anlamsız, ilmî açıdan temelsiz popüler çoğulcu okumalar olup muteberliği yoktur. Fitnenin üzerinden yürütüldüğü paradigmalar ‘dinsel çoğulculuk’ söylemi etrafında oluşmaktadır. Tevilin tahrife dönüşmesi, ‘şeriatsız din’ ya da ‘siyasetten soyutlanmış şeriat’ telakkisi gibi modern ifsad ameliyelerini ‘peygambersiz din’ arayışları ya da ‘her dini meşrû ve hak görme’ inancı izlemiştir.
Post modern anlayışın bundan böyle dinsiz değil, ancak siyasaldan arınmış bir din arayışında olduğunu, bunun üzerinde uygulanacağı malzemenin de İslâm olduğunun hesabını görüyoruz. İnsanlık tarihi boyunca toplumların kaderine hükmeden şaşmaz yasa, Sünnetullah’tır. Allah’ın yasasına karşı çıkanlar dönemsel olarak kendilerini başarılı addedebilirler ancak günün sonunda hak bâtıla galip gelir ve “Kötü tuzak, sahibine dolanır.”
Protestan Bir Din İçin Dinin Problem Haline Getirilmesi
Küresel savaşın Müslümanlar üzerinden yaygınlaştırılıp müslüman coğrafyaya taşınmasının sebebi, İslâm'ın önlenemez yükselişidir. Modern Batı’nın hedefi, gelinen noktada Müslümanlar arasında ihtilâf çıkarmak dahi değildir. Maalesef bu eşik çoktan aşılmıştır. Batı, bizatihi Allah Kelâm’ı Kur’ân’ı ve Rasûlullah'ın (sav) peygamberliğini hedef almıştır. Bu hedefe son derece ilkesizce ve her yolu mubah gören bir ahlâksızlıkla yürümekte olan Batı, İslâm’a ve dolayısıyla Müslümanlara yönelik düşmanlıkta sınır tanımamaktadır. “Bugün, özellikle İslâm dünyası söz konusu olduğunda, konuşulan artık sadece dinî problemler değil, belki daha fazla “bir problem olarak din”dir.”[26] Burada sarahatle altının çizilmesi gereken mevzû, önce dinin problem hâline getirilmesi, ardından problem addedilen dinden yana dert yanıp dinin sorun odağı olarak tanıtılmasıdır. Tıpkı Hristiyanî hikâyede olduğu gibi… Tarihin hiçbir döneminde bugün olduğu kadar “din” bu denli problem hâline gelmemiştir, getirilmemiştir!
Müslümanca yaşama cehd ve gayreti, yerini, Müslüman olarak daha rahat yaşama talebine bırakmıştır. İnandığı gibi yaşamayan Müslümanın yaşadığı gibi inanmaya başlaması, Müslümanın dünyevîleşmesidir. Dünyevîleşen tip, maslahat diye mefsedeti savunmaya başlar; sığınmacıdır, bazen tövbekâr bazen itirafçı ağzıyla geçmişini inkâr, bazen de küfrederek içinde bulduğu ân’ı meşrûlaştırıp kendi dünyasında kabul görmeye çalışır. Ancak aynaya bakarak kendi gerçeğine dönmeyi; tevbe ile Rabbinin rızasına rücû etmeyi aklına bile getirmek istemez. Muhafazakârlığın ve de İslâmcı söylemin hikâyesi biraz da burada aranmalıdır. “Güç/iktidar, adâlet terazisi ile dengelenmediğinde hayatın tüm alanlarına zulüm olarak yansır. Güç sahipleri mağdurlarını da kendilerine benzetir.”[27] Sanırım burada temel saik İbn Haldûn’un, "Mağluplar galipleri taklid eder." dediği yenilgi psikolojisine dûçâr olunmasıdır. Ancak unutulmaması gereken husus, mağlup olan İslâm değil; İslâm’a müntesiplik iddiasında bulundukları hâlde gerçek mânâda İslâm’a ittibâ etmeyenlerdir.
İslâm, dün geleneksel bâtınî eğilimlerin tahrif odağı iken, bugün post modern dil üzerinden tahrife çalışılmaktadır. Bu sonuca, daha ziyâde Müslüman etiketli akademisyenler üzerinden “Siyasaldan soyutlanmış protestan bir anlayış”la varıldı/varılmak istenmektedir. Mistik veyahut modernist muharrif fark etmeksizin, “Hukuktan arındırılmış bir İslâm anlayışı” İslâm’a savaş açanların ortak hedefidir. İslâm’a karşı İslâm… Bu, dine karşı dinden daha sonuç alıcı; hedefe doğrudan kilitlenilmiş savaşın yeni adıdır. İşte tehlike buradadır. İslâm’ın âlemşümul maksatlarını erteleyen, geleneksel statik okumanın mâlûlü olan tepkisellikler ise diğer yanlışı temsil ediyorlar. Körüklenen karşıt cenahlar, mezhepler ötesi bir ihtilâfla fay hatlarını her geçen gün daha bir genişletmektedirler. Oysa Müslümanlar, diğer din mensuplarına/ötekine yönelik olarak dahi bir davranış hukukuna sahipler. Hatta İslâm, siyasal ve sosyal düzlemde egemen/muktedir olduğu zamanlarda farklılıkları hukukî güvence altın alan tek hak dindir.[28]
“Entelektüel zümrenin kâh üzerlerinde hissettikleri oryantalist baskının salvolarından berî olabilmek kâh kendi ruh dünyalarında bir kıymık gibi dimağlarına batan fikrî tenâkuzlardan sıyrılabilmek adına geliştirdikleri düşünce biçimleri var. Bugünün modern aklının yekten itiraz edeceği hükümlerin tarihsel olduğu tespitinden medet ummaları bu arayışın bir tezahürü olarak karşımızda duruyor. Nedense âyet ve hadislere yönelttikleri bu sorgulayıcı bakış açısını, tartışılmaz bir veri gibi kabul ettikleri modern argümantasyona çevirmeyi düşünmüyorlar. Naslar ışığında modern kabulleri kritik edeceklerine verili düzeni asıl kabul edip vahyi mercek altına alıyorlar. Mücadele hâlinde olduğumuzu söylediğimiz düzenin en büyük başarısı, Müslümanları sistem içine çekme konusundaki muvaffakiyetidir. Sistemin ürettiği sorunlara yine bu sistemin içinde kalarak çözüm arama illetini başımızdan savmayı başaramadığımız sürece görece kazanımlara şâhid olsak bile, idbârımız ikbâle dönmeyecek.”[29]
Müslümanlar bâtıl düzenlerde kendilerine yer açmak için neden bu ölçüde tehâlük ve hırs göstermektedir? İtiraz oklarını bizatihi düzenin kendisine değil de ‘düzene neden biz vaziyet etmiyoruz?’ olgusuna yönlendirdiğimizden bu yana dönüştürmek için yola koyulduğumuz cari sitem bizi dönüştürüyor. Dolayısıyla, bu zalim döngüde yer almayı bir bahtiyarlık ve kazanım; dışarıda kalmayı da bir mahrumiyet bellemeye devam ediyoruz. Her bir strateji, bağrında yeni bir stratejiyi büyütüyor. Müslümanlar (!) gitgide muhalefet ettiği bir sistemin parçası, bırakınız parçasını kuklası oluyor. Düzen değişmiyor; Müslümanlar değişiyor! Neden İslâm’ın izzeti birilerinin aklına hiç gelmiyor da dine düşmanlık ile soluk alıp veren bu bâtıl güruhtan icâzet zilletine katlanılıyor?[30]
“Eyvah galiplerin hâline!” Kezâ mağlûptur bu savaşın galip olanı.
Sonuç
Kur’ân’da insanın yönelimlerine dair dile getirilen temel çelişki, îman-küfür, tevhid-şirk, adalet-zulüm çelişkisidir. Bunun diğer adı, câhiliye-İslâm karşıtlığıdır. Bütün kötülüklerin kendisinde ürediği bataklık, câhiliye bataklığıdır. Ancak Allah’ın hududu noktasında; îman-küfür, şirk-tevhid, adalet-zulüm bağlamında iknâ olmamış toplumlar, kötü dedikleri şeylerden, insana zarar vereceği endişesini duydukları konulardan ya sınırlı akılcı değerlendirme ya da yasal müeyyide oranında sakınırlar. Bu yaklaşım aslî olmayıp arızî, ilkeli olmayıp faydacıdır.
Bütün peygamberlerin kavimlerine ortak mesajı şu yönde olmuştur: “Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.”[31]
Çağın tanıkları olarak bizler çözüm keşfine çıkmak zorundayız. Var olan ancak şimdilerde kayıp olan hakîkatin yani Lâ İlâhe İllâllah hakîkatinin yeniden farkına varmak zorundayız. Bu keşif, yeni değil var olanı yeniden keşif olacaktır.
Bir ideolojinin İslâm’ın temel prensiplerinden eserler taşıması başka, liberal demokrasi örneğinde olduğu üzere “İslâmî” kabul edilmesi daha başkadır. İdeolojiler ve beşerî sistemler ilerlemeci tarih anlayışı ile varılan, tez-antitez-sentez sonuçları üzerinden ilerlerken, kâbil-i kıyas olmayan İslâm ise, varlık ve varlığın yegâne bilgisine sahip olan; bilginin kaynağının kendisine has olduğu, vahyin sahibi Allah’a dayanır. İslâmî bakış, vahiy-vakıa ilişkisini doğru okumayı gerektirir. Bu bağ sahih bir ilişki düzleminde işlediği sürece denge korunmuş olur. Sonuç için bu verili durum göz ardı edildiği ân sorun var demektir. Dolayısıyla tarihin bir döneminde bir yerde şartları oluştuğunda içtihad olarak değerlendirilebilecek Medine Vesikası, süreç-sonuç ve meşrûiyet sorunu yaşamadan ele alınmalıdır. Asıla muhalif usûl (yöntem) sorunu, asılı zâyi edeceği gibi içtihadın reformizme tahvili gibi İslâmî esas/maksat sorununu da kaçınılmaz kılar.
Kur'ân’da verdikleri sözden dönenler, kendilerine verilen öğütleri unutanlar şiddetle kınanır, “Kelimelerin anlamlarını değiştirenler/kelimeleri yerlerinden edenler” olarak tanıtılır[32] ve eylemleri de, “Hakkı bâtıl ile karıştırmak/gerçeği örtmek/Hakkı gizlemek”[33] şeklinde nitelenir. Bu cürmün farklı ölçekteki karşılığı, Kur'ân’dan anlaşılması gerekenin, tevil namına tahrif edilmesidir. Kavramlara yüklenen ihraç mânâlar, farklı kültürlerin ödünç anlamlarını taşırlar. Doku uyuşmazlığı riski taşıyan bu durum, kimlik erozyonuna sebeple zamanla değer yargılarını da tersyüz eder.
Müslümanın îmanla ilişkisi salt bilgi cihetiyle olmayıp aynı zamanda amel ve ahlâk cihetiyledir. Zorunlu olarak biliriz ki îmanın kabul mahalli, akıl değil kalptir. Bir düşünceye iknâ olmak için mantıkî kabuller gereklidir ancak îman için bunun fevkinde bir kabule ihtiyaç vardır. Demek istediğim o ki, ideolojiler iknâ ister ancak İslâm içinse îman gereklidir. İkna edilmenin muhatabı akıl (us) iken, îman etmenin kabul mekânı, kalb yani fuâdtır.
Esastan uzaklaşan her söylem kendinden önceki izmler gibi tarihin çöplüğünde yerini almakta gecikmeyecektir. Hâsılı, kök sorunu da kök cevabı da kendinde mahfuz Lâ İlâhe İllallah hakîkati, insanlık için yegâne kurtuluş reçetesidir.
Sözlerimi Allah’a hamd, Peygamberimize salât ve selâm ederek tamamlıyorum.
***
İktibas, Ankara 2021, Sayı: 505, s. 43-54.
***
Dipnotlar:
[1] Bkz. Ramazan Yazçiçek, “İslâm, Laiklik ve Sekülarizm Ekseninde Devlet”, Bilge Adamlar, Van 2012, Yıl: 10, Sayı: 31, s. 42-50.
[2] Kemal Sayar, “Aşınan Kimlikler, Dağılan Kişilikler”, Dîvân, İstanbul 2002/2, s: 13, s. 281-282.
[3] İleri okumalar için bkz. Ramazan Yazçiçek, Dinsel Çoğulculuk, Ekin Yayınları, İstanbul 2008.
[4] Şâtıbî, el-Muvâfakât, (I-IV), Türkçesi: Mehmet Erdoğan, İz Yay., İstanbul 1990, c: 1, s. 327.
[5] Bkz. Ramazan Yazçiçek, “Çoğulcu Okuma Biçimi ya da Okur’un Özgürlük Alanı”, Nida Malatya 2016, s: 178, s. 16-25; “Liberalizmin Aşındırdığı Müslüman Kimlik”, Nida, Malatya 2016, s: 175, s. 16-29; “Doğu, Batı ve Müslümanlar”, Röportaj, Nida, Malatya 2012, s: 152, s. 44-51.
[6] Lamartin, Türkiye Tarihi, M. Hamidullah’ın İbn İshak’a yazdığı önsözden, s. 23-26.
[7] Bkz. Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber’in Altı Orijinal Diplomatik Mektubu, çev.: Mehmet Yazgan, Beyan Yay., İstanbul 1990.
[8] Mâide, 5/3.
[9] Bkz. Tevbe 9/107; Hüseyin Algül, “Mescid-i Dırâr , mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara 2004, c: 29, s, 272-273.
[10] Bkz. Ra’d, 13/11; Fetih, 48/23; Ahzâb, 33/62; Fâtır, 35/43.
[11] Ahzâb, 33/21.
[12] Ali Bulaç, Medine Sözleşmesi, Çıra Yay., İstanbul 2020, s. 26, 30.
[13] Mustafa Özkan, “Medine Vesikası” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara 2019, c: Ek-2, s. 212-215.
[14] Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, İletişim Yayınları, İstanbul 2017, 25. Baskı, s. 86.
[15] http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?dergiid=33&makaleid=4806 (Erişim: 22.12.2020).
[16] Bkz. Alev Erkilet, Orta Doğu’da Moderleşme ve İslâmî Hareketler, Hece Yay., Ankara 2010, s. 334, 338.
[17] Fazlıoğlu, İhsan, Kayıp Halka, Papersense Yay., İstanbul 2015, 4. Baskı, s. 292-293.
[18] Bkz. Yusuf Kaplan, “Bir Metamorfoz Hikâyesi”, Umran, İstanbul 2002, s: 90, s. 50-57.
[19] http://www.sehirdusunce.com/atolye/10/insan-ve-mekan (Erişim: 17.07.2020).
[20] https://dergi.diyanet.gov.tr/makaledetay.php?ID=32116 (Erişim: 22.12.2020).
[21] Bkz. Ali Yaşar Sarıbay, Postmodernite Sivil Toplum ve İslâm, Alfa, İstanbul-Bursa 2001, 3. Baskı, s. 73-83.
[22] Arnold J. Toynbee, “Yeni Paganizm”, Umran, İstanbul 2002, s: 94, s. 65-67.
[23] Ramazan Yazçiçek, “Modern Mitoslar ya da Çağdaş Hurafeler”, Nida, Malatya 2011, s: 145, s. 31-38.
[24] Ramazan Yazçiçek, “Kurtuluş Teolojisi -Kurtuluş Teolojisi’nden Hareketle ‘İslâmî Bir Kurtuluş Teolojisi’ İmkânı-“, Tezkire, Ankara 2004, s: 40, s. 68-91.
[25] Bkz. Ramazan Yazçiçek, “Çağımızın Fitnesi ya da Siyasaldan Soyutlanmış Din Anlayışı -‘Tevhitten Bağımsız Adalet Arayışı’ Örneği-”, Nida, Malatya 2012, s: 155, s: 11-23.
[26] Tahsin Görgün, Anlam ve Yorum, Külliyat Yay., İstanbul 2016, s. 33.
[27] Hülya Şekerci, Mü’min Kadın, Ekin Yayınları, İstanbul 2011, s. 11.
[28] Bkz. Yazçiçek, Dinsel Çoğulculuk; Ramazan Yazçiçek, Bilgiden Bilince Ekin Yay., İstanbul 2019.
[29] Murat Türker, “İçerden Bir Bakış Denemesi”, Rıhle, Yıl: 3, s: 12, İstanbul 2011, s. 35-44.
[30] Bkz. Türker, “İçerden Bir Bakış Denemesi”.
[31] Mümtehine, 60/4.
[32] Bkz. Mâide 5/12-14; Nisâ, 4/46; A’râf, 7/162.
[33] Bkz. Bakara, 2/42.