Modernleşmenin sadece bir tarihsel praksis sorunu olmadığını, ahlaki boyutları ya da kısacası belli bir ethosunun da bu pratiklere eşlik ettiğini biliyoruz. Nedir bu ethos?
Kısaca ve düz bir bakışla, onu, insanın sürdürdüğü tarihin nesnesi olmaktan kurtarılması ve öznesi kılınmasıyla alakalı olduğunu hemen söyleyebiliriz. Bu bir ahlak ve medeniyet iddiasıdır. Modernistler, insanı tarihin nesnesi kılan eşitsiz eski dünyaya, medeniyet değeri üzerinden karşı çıkıyorlardı. İstedikleri, özne-nesne ilişkisi üzerinden yeni bir medeniyeti insanlığa kazandırmaktı.
Özne-nesne ilişkisi, tarihsel-insanlık durumlarının esasını oluşturur. İnsan akıl ve el diyalektiğini çalıştırır ve geliştirdiği aletler marifetiyle eşyanın sun'i üretimine giderek, tabiata olan bağımlılığını gidermeye çalışır. Burada ilk durak tabiata olan bağımlılığın tasfiye edilmesidir. Bu çabalar sürmektedir. Hayli mesafe kat edildiği de ortadadır. Ama bu bağımsızlaşma süreci beklenmeyen bir sonuç doğurmuş, artık değerin dağılım ya da paylaşımını sorunlu kılmıştır. Artık değerin paylaşımında iktidar temelinde şekillenen ve içi doldurulan kültürel kodlar etrafında, bu kez insanlar arası yeni bağımlılık ilişkileri tezahür etmiştir. O zaman ortaya şöyle bir paradoks çıkmaktadır: Nesnel bir gerçeklik olan tabiattan bağımsızlaşma, özneleşmemize katkıda bulunuyor, ama türdeşler arası yeni bağımlılık ilişkilerini doğurarak, bizi bu ilişkilerin nesnesi kılıyor.
Modernist doğrultunun iki amacı vardır. İlk olarak, insanlar arası bağımlılık ilişkilerinin tasfiye edilmesi hedeflenmektedir. Modernistler eşitsiz ve bağımlılık doğuran ilişkilerin sadece belli bir ayrıcalıklı kesimin özneleşmesini sağladığı, diğerlerini ise nesneleştirdiğini iddia ederler. Bu onlara göre çarpık bir durumdur. Çünkü eğer medeniyetin çarkları toptan ve eşitlikçi bir çizgide çalıştırılmazsa, medeniyet davasının da sonunu getirecek olan lümpenleşmeyle ve ataletle biter. Lümpenleşme ve atalet, ayrıcalıklılar için boş zaman yozlaşmasında kendisini ortaya koyar. T.Veblen'in klasik çalışmasında çok berrak ortaya konulduğu üzere, ayrıcalıklı olanlar, boş zaman sahibidir. Bu diğerlerinin belli bir rutinde, genellikle de toprağa bağımlı olarak bir üretimi sürdürmesi ve buradan elde edilen artığın kendilerine aktarılmasıyla sağlanan bir ayrıcalıktır. Ayrıcalıklılar, tutuculaşarak mevcut süreçlerin aynen devam etmesini isterler. Dinamizmden uzaklaşır, yozlaşır ve çürürler. Aşağıdaki bağımlılar ise geleneklerin şaşmaz rutinleri içinde yaşamaya mahkum edilerek bu genel tutuculaşmanın bir parçası haline getirilmek istenir. Bu lümpenleşme ve atalet, insanın tabiattan bağımsızlaşmasını hedefleyen bir medeniyet saikinin de sönmesine yol açacaktır.
BİZİM ÇAĞDAŞLAŞMA OLARAK ALGILADIĞIMIZ
Modernizm işte bunun için, eski dünyanın eşitsiz ilişkilerini meşrulaştıran ve hegemonik olarak işlediğine inandıkları geleneksel kültürler ve yapılarla savaşa girişti. Bu engeller kaldırıldığı zaman insanın "yaratıcı" güçleri açığa çıkacak, tabiat karşısında yürüttüğümüz savaşı kazanacağımız nihai hedeflere ulaşmamız mümkün olabilecekti. Bunun için de tembelliği lanetleyen keskin bir üretkenlik ideolojisi inşa etti. İyi de modernist literatürde kimi kez örtük, kimi kez de açık olarak ifade edilen "bu son aşama" nedir? Son aşama "boş zaman" idealinden başka bir şey değildir. Ne kadar paradoksal gözüküyor değil mi? Modernistler "boş zaman" kavramına esastan itiraz etmezler. Onların itiraz ettikleri, boş zamanın eski dünyada nahak yere elde edilmiş bir ayrıcalık olmasıdır. Değilse modernizmin tahayyül ettiği, bir bakıma da tarihin sonu olarak özlediği aşamada, akıl-el diyalektiğinin çözülmesi, yüksek bir otomasyon dünyasında beden gücüne olan ihtiyacın sona ermesi ve aklın bütün şubeleriyle birlikte özgürleşmesidir. Akıl artık ele ihtiyaç duymayacak ve kendi içine kapanarak, kendisini mükemmelleştireceği bir kıvama ulaşacaktır. Bu aynı zamanda çalışmaya olan ihtiyacın da sona ermesidir. Bireyler sınırsız bir boş zaman sahibidir ve insanı insan yapan temel özelliği- sahip olduğu aklın sınırsız "yaratıcılığıyla" engin bir mutluluk denizine açılacaklardır.
Bizim "çağdaşlaşma" olarak algıladığımız amaçlar, bu ethos'un yorumlanmasından ibarettir. Hal böyleyse, bizim çağdaşlaşma algımızın bu ethosun neresinde durduğu ve hangi sorunlarla yüklü olduğu son derecede önemlidir.
Göze çarpan ilk sorun, bu algının alabildiğine nesnelleşmesiyle ilişkilidir. Yani, insanı nesneleşmekten kurtarma iddiaları, tarihin tanıklık etmediği kadar nesneleşmeyle sonuçlanıyorsa, ortada bir sorun var demektir. Bunu hem üretim hem de tüketim düzeyinde takip etmek mümkündür. Modern dünyada üretim, karşı konulmaz bir rekabet saiki üzerinden büyük bir fetiş olarak tezahür etti. Ücretli işgücü ve bu zincire katılmaktan başka bir seçeneği olmayan yedek işgücü üretimin nesneleşmiş süreçleri tarafından girdaba düşürüldü. Weber'in "demir kafes" olarak nitelediği bir süreçler ağıdır bu. Kaba üretim ideolojisi bu sürecin taşıyıcısıdır. İster merkez ya da yarı-merkez kapitalist ülkelerde; isterse sosyalist ülkelerde tablo değişmemiş tablo aynı kalmıştır.
Hal-i hazırda artık üretim ideolojisi, kalkınma ve gelişme teorileri çökmüş vaziyette. İleri teknoloji ya da Ar-Ge tekelleriyle temayüz eden merkez kapitalist ülkelerle, çeşitlenen taşeronluk ağında payını arttıran ve KOBİ'leriyle temayüz eden yarı-merkez ülkeler arasındaki bağımlılık ilişkileri dönüştü. Yeni kapitalizm sermaye-emek ilişkisini de tanınmaz hale getirdi. Sermayenin emek ile kurduğu yeni ilişkiler o kadar dağınık ve değişken bir hal aldı ki, yeni eşleşmeleri mevzii meseleler olmaktan çıkararak yeniden bir emek-sermaye disiplini etrafında toparlayabilmek artık zor gözüküyor. Bizim için burada önemli olan bir diğer husus, üretim kapitalizminin mesai ve istihdam kültürünün berhava olmasıyla alakalı. Yepyeni meslekler, fonksiyonlar, karmaşık ve normsuz bir çalışma hayatı hüküm sürüyor. Belki bu dünyada artık büyük bir çoğunluk istihdam göçebeliği yaşıyor ya da mevsimlik çalışanlar haline geldi. Kim ne kadar işsiz, kim ne kadar çalışıyor, bunların süreklilik içinde karşılıklarını bulmak da son derecede güç. Dünya kağıt üzerinde çalışan olup ne yaptığı belli olmayan; yine kağıt üzerinde işsiz görünüp çeşitli işler gören insanlarla dolu. Bugünün dünyasında belirleyici olan "esneklik" ve "boşluklar".
Bütün bu gelişmelerin elbette ki, üretim fetişizmiyle yüklü katı bir dünyanın çözülmesi anlamında bir hayrı olduğu söylenebilir. Ama modernleşmenin "ethos"unun çökmesi başlı başına bir sorun. Yeni bir ethos onun yerini alabilmiş değil. Bildiğimiz, üretim fetişizminin yerini bir tüketim fetişizminin almış olduğu. İlkinde ağır yüklerle çalışmak esastı. B. Russell, Aylaklığa Övgü kitabında bu ağır yüklerle örselenmiş bir esaret dünyasını ve onun kurumlarını eleştiriyordu. İşler öngörüldüğü gibi gitmedi. Eğer öngörülmüş olduğu gibi başarılsaydı, ödül; aklın nesnel dünyaya olan bağımlılığının sona erdiği, hak edilmiş bir boş zaman olacaktı. Olmadı. Sadece yükler, istiab haddinin en son noktasına kadar arttırıldı. Şimdi bu yük kalktı. Emek verme, bedel ödeme, karşılık bulma anlamını çok kaybetti. Bir şeyleri tutturup elde ediş başarısı daha fazla önemseniyor. Artık herkes, ne kadar hak edildiği çok tartışmalı da olsa; boş zaman sahibidir. Sorunlu olan durum boş zamanın ne kadar bize bırakıldığıdır. Bakıldığında şu ya da bu derecede herkesin sahip olduğu boş zaman, kolonize edilmiştir. Esnemelerin ve boşlukların dünyasında elde edişler soluğu tüketimde alıyor. Tüketim artık bir dizi ihtiyacın görülmesinden çok, ne kadarının gerçekten de ihtiyacımız olduğunu bilmeden, tartışmadan, yerine getirmeyi bir tür dünyevi farz olarak gördüğümüz yaşantılarımıza dönüştü. Galiba, üretimin yükü boşaldı, bunun yerine tüketimin yükü bindi sırtımıza.
ÖLMEYE DEĞER NE KALDI?
Artık tabiata boyun eğdirdik. Bunu aletlerimizle yaptık. Şimdi ise bir zamanlar alet olarak düşünülen her şey artık bir alet olmaktan çıkıp bir varlık nedeni haline geldi. Her şeyin moral olarak daha gelişmiş bir başka soyut amaç için var olduğuna inanılan aletli bir dünyadan, her şeyin kendisi için olduğu başka bir dünyaya savrulduk. Şeyleşme, araç-amaç ayrımının ortadan kalktığı bir noktada keskinleşiyor. Bu ayırım, somut, nesnel şeylerden vazgeçmeyi sağlıyor ve insanın özneleşme iddialarını diri tutuyordu. Eşya alet olmaktan çıkıp kendisi için bir varlık olduğunda, vazgeçiş, moral değerde bir irade hareketi olmaktan çıkar ve ancak başka; muhtemelen daha gelişmiş bir eşyalaşmaya ermek adına olabilecektir. Ethos'un çöküşü tam da bu noktada yaşanıyor. Bu dünyada pek çoğu bir düzey eşyaya tekabül eden ve elde edilmeye değer bulunan pek çok şey sayabiliriz, ama artık uğruna yaşamaya; daha patetik olarak söyleyelim; ölmeye değer ne kaldı acaba? Ne adına ne kadar "şeyi" gözden çıkarabiliyoruz? Kim ne kadar, ne adına nelerden vazgeçebiliyor? Bu sorular, hal-i hazırda grotesk bir şekilde karşılanabilir. Hatta, bu soruları soranlar, kötümserler kulübünün iflah olmaz mensupları gibi muamele görebilirler. Ama unutmamalı ki, bir zamanlar herkesin şu ya da bu derecede militanı olduğu üretim fetişizminden bir çırpıda nasıl vazgeçebildik? Üretim dünyası bütün tantanasıyla nasıl da çöküverdi? Benzer bir durum çok da uzak olmadığını kestirebildiğim bir gelecekte tüketim için olacak. Bu tantanalı tüketim fetişizminin de sonu var. Üretimden tüketim adına vazgeçtik. Tüketimden ne adına vazgeçeceğimizin zihni ve ruhi karşılıkları, tüketim sonrası dünyada başlı başına bir medeniyet sorunu.
ZAMAN