Adaletsizlik Yapan Adaletsizliğe Maruz Kalandan Daha Sefildir / AHMET CAN
Sessiz bir gece…
Denizin üzerine inşa edilmiş bir dünyada hayattan kopuk, her vakit gemide okunan ezanla, sabah namazını kılabilmek için hazırlık yapan insanlar…
Şevkle kılınan namazın ardından avuçlarımızı gökyüzüne çevirip duaya başlıyoruz. İşte tam o sırada etrafımızda donanma gemileri beliriyor. Ve bizi gafil avlamak isteyen İsrail askerleri havadan ve denizden saldırıya geçiyorlar. Bir Müslüman olarak Allahû Tealâ'ya teslim olduğumuz en zayıf (!) anımız olan namaz vaktinde gaz ve ses bombalarıyla saldırıya geçiyorlar. Gökyüzünde helikopter, etrafımızda hücumbotlar…
Ne yapacağımızı şaşırmış bir haldeyken arkadaşım ve meslektaşım olan Cevdet Kılıçlar birkaç metre önümde vuruluyor. Yazarken bile ellerimin titrediği olayı yaşarken donuyorum adeta… Her köşesinde ayrı bir anıyı paylaştığımız gemimizin içi kan gölüne dönüyor bir anda… Gökyüzünden hiç durmadan mermi yağıyor ve bizler bu yağmurun altında yalnızca sopalarla gemiyi kurtarmaya çalışıyoruz.
Benlik unutuluyor, biz oluveriyoruz birden…
Gemiyi ele geçirmeye çalışan İsrail askerlerine karşı dakikalarca direniyoruz. Daha önce birbirini hiç görmemiş ve bu gemide kaderleri düğümlenen insanlar olarak elimizden geldiğince yaralıları tedavi etmeye çalışıyoruz.
Bir yaralı başka bir yaralıya yardımcı olmaya çalışıyor. Çaresiz gibi görünsek de aslında onların çaresizliğinin farkındayız. Öyle ya, birkaç silâhsız gemi için bu kadar hazırlık yapan insanlar gerçekten korkak ve aciz…
Yüreğiyle, bileğiyle değil, savaş donanmasıyla karşımıza çıkıyorlar. Üzerlerindeki üniformalarından sıyrılsalar nasıl korkuyla titrediklerini görebileceğiz. Nefesimi tutuyorum, ama kalbim fırtınada oluklara dolan yağmur gibi hırsla gümbürdüyor. O anda elimizden gelse pervasızca attıkları her kurşunu şehitlerimizin beyninden ve bedeninden çıkarıp onlara geri göndermek istiyoruz.
Gözümüzün alabildiğince yaralı ve şehid var etrafımızda…
Sislerin arasından geminin en üst katına çıkmaya ve oradakilere yardım etmeye çalışıyoruz. Fakat orada sağ kalan olmadığını ve hemen aşağı inmemizi istiyorlar. Kan kokusunu iliklerimize kadar hissediyoruz. O anda helikopterden üst kata inen postallı serserileri görüyoruz. Ölüm saçıyorlar adeta…
Helikopterin hızla dönen pervanesi, yaralıların cılız sesi, silâh sesi, bomba sesi, yardım bekleyen insanların sesi…
Kulaklarımız uğulduyor, gaz bombalarının etkisi adeta gözlerimizi kör ediyor. Ve gemi dışındaki insanlarla tek bağlantımız olan uydu yayını İsrailli askerler tarafından kesiliyor.
Artık karanlık gecede bir Allah, bir biz, bir de onlar var. Bizler canlı yayında sesimizi duyurabildiğimize inanarak ülkemizden yardım beklemeye başlıyoruz. Bu yardımın üç gün sonra onlarca arkadaşımızı kaybettikten sonra geleceğini bilmeden…
Ölümsüz olmaya karar verenler ölümden korkmazlarmış ya…
Korkmuyoruz artık hiçbir şeyden…
Ne plastik, ne de gerçek mermiden…
Ne de korkudan bir yaşındaki çocuğu rehin alarak onun arkasına sığınan askerlerden…
Bizi yeterince sindirdiklerini düşünen işgal askerleri, içinde bulunduğumuz salonların etrafını kuşatarak silahlarını doğrultuyorlar. Ayağa kalkanı derhal vuracaklarını söylüyorlar. Ayakta ölmenin diz üstü yaşamaktan daha şerefli olacağını bilmiyorlar.
Ama planımızda kolay ölmek yok...
Bir süre bizi orada beklettikten sonra kapıyı tekmeleyerek açıyorlar ve teker teker dışarı çıkarılıyoruz. Üstümüzü didik didik arıyorlar. Hunharca tartaklanarak kelepçeleniyoruz. Ve üst kata çıkarılıyoruz. Yine sessiz bir bekleyiş.
Hem Türkiye'den gelecek yardımları, hem de bundan sonraki adımları…
Uluslararası sularda gerçek bir katliam yaşanıyor. Ağır yaralılar kan kaybından ölüyor, kadınlar ve yaşlılar baygınlık geçiriyor. İşgalcilerin giderek artırdıkları gerginlik hiç kimsenin cesaretini ve direniş ruhunu sekteye uğratamıyor. Tüm bunlar gerçekleşirken biz farkında bile olmasak da güneş doğuyor.
Yakıcı güneşin altında bilekleri sıkıca kelepçelenmiş ve mosmor olmuş insanların karşısında su içerek İbranice küfrediyorlar.
Konuşulanların küfür olduğunu gemideki İbranice bilen arkadaşımızdan öğreniyoruz.
Bir grup başımızda bizi yıldırmaya çalışırken diğer tarafta bavullarımız karıştırılarak bilgisayarlarımız, kayıt cihazlarımız, cep telefonlarımız, fotoğraf makinelerimiz ve kameralarımıza el konuluyor. Kimileri parçalanıyor, kimisi de incelenmek üzere bir yere toplanıyor.
Delil bırakmamaya çalıştıklarını zannediyorlar ama ilâhi kameraların sürekli çalıştığını unutuyorlar. Kadınlar ve yaşlıların kendilerine güç yetiremeyeceklerini bildikleri halde onları bile kelepçeliyorlar.
Anlaşılan onlar bile işgalcilerin gözünü korkutuyor. İşkence ve zulüm konusunda iyice ustalaşmış olan bu hainler su ve tuvalet ihtiyaçlarımıza hiç aldırmıyorlar. Güneşin altında kelepçeli olarak saatlerce beklettikten sonra helikopterin pervanesinin rüzgârı ve beraberinde dökülen buz gibi sular bizi birkaç saatte dondurucu soğukla baş başa bırakıyor. Helikopter çok yakından uçtuğu için üzerimizde fırtına gibi bir rüzgâr oluşturuyor. Bu şiddetli rüzgâr yüzünden Türk bayrağı parçalanıyor. Abdest almak ve namaz kılmak için izin vermiyorlar. Hatta yaşlı bir adam namaz kılmak istediği için hakarete uğruyor. İsrail askerlerini neşelendiren bu durum dizüstü oturan elleri kelepçeli yardım gönüllülerini gerginleştiriyor. Bavullarımız karıştırılıp her şey etrafa saçıldığı anda yerde oyuncak bir bebek görüyorum. O anda aklıma devrimci çizer Naci el Ali'nin arkası dönük küskün çocuğu Hanzala geliyor. O çocuk sanki burada… Kalbi burada atıyor Hanzala'nın… Yine her zamanki gibi ciddi, yine kendinden emin ve hüzünlü…
Gemide yaklaşık altı saat kelepçeli bekletildikten sonra Aşdod limanına indiriliyoruz.
Bizi asıl kahreden sahneyle de burada karşılaşıyoruz.
Gemiden canlı olarak çıkıyoruz ama orada ölüyoruz sanki…
Limanda bekleyen bir grup İsrailli gazeteci ve halktan bir grup, askerlerinin elde ettiği başarıyı (!) alkışlıyorlar. Bizlere çok çirkin el hareketleri yaparak sözde zaferlerini kutluyorlar. İnsanlığın bittiği yer bu liman…
Gazeteciler akıllarınca çaresizliğimizi ölümsüzleştirmek için tek tek hepimizin fotoğrafını çekiyorlar. Onların yüzlerinde görmeye alıştığımız korku ve dehşet ifadesi hiçbirimizde yok. Ardından bizleri tutuklamak için yaptırdıkları çadırlara alınıyoruz. Orada da ciddi bir arama yapılıyor. İşgalci İsrailliler tarafından tayin edilen, Türk olduğunu söyleyen tercüman önümüze konmuş kâğıtları imzalamamızı istiyor. Bu kâğıtları imzaladığımız takdirde telefon hakkımızın olduğunu ve sonra da uçaklara binip ülkemize dönebileceğimizi söylüyor. Kâğıtların neredeyse hepsi İbranice yazıldığı için hiçbirini imzalamıyoruz. Parmak izlerimiz alınıyor, fotoğraflarımız çekilip hepimiz hakkında bir dosya hazırlanıyor.
Yine tercüman vasıtasıyla uzun uzun sorgulanıyoruz.
Gemide neden bulunduğumuz ve Gazze'ye niçin yardımcı olmaya çalıştığımızı soruyorlar. İsrail'e neden girmek istediğimizi sorduklarında 'Biz sizin topraklarınıza girmedik. Bizi buraya silah zoruyla siz getirdiniz.' cevabını veriyoruz. Sonra bir otobüse bindiriyorlar ve bir saat kadar süren yolculuk sonunda bizi Ber Şeva hapishanesine koyuyorlar. Tam dinlenmek için bir fırsat yakaladığımızı düşünürken sürekli uyandırılıp sayılıyoruz. Dışarı çıkmamız mümkün olmadığı halde bizi uyutmamak için sürekli sayım yapılıyor. Sabah 7'de uyandırılıyoruz. İsrailli gazetecilerin ve askerlerin yedikleri yemeklerin çöplerini ve cezaevinin içini zorla temizletiyorlar. Akşam yine aynı muamele… Üslûp çok kaba ve aşağılayıcı… Telefon etme imkanı kesinlikle yok. Ve ertesi gün…
Gece saat 1'de uyandırılıyoruz ve toplu olarak başka bir hücreye konuyoruz. Bir süre sonra bu hücreden de çıkartılarak zırhlı bir araca bindiriliyoruz. Araçta bir saat daha bekletildikten sonra yaşlı bir amcanın nefes almakta zorluk çekmesi ve bayılması üzerine kapıları yumrukluyoruz.
Tek bir cevap dahi gelmiyor.
Zırh geçirilmiş yürekler bu çağrıyı cevapsız bırakıyor.
Zırhlı araç bizi havalimanına götürüyor. Yine bir arama…
Kaybettikleri vicdanlarını bizim üzerimizde arıyorlar sanki…
O sırada şeker hastası olan bir ağabeyimizin tartaklanması üzerine olay çıkıyor. Sonunda uçağa bindirilmek üzere bir otobüse bindiriliyoruz. Ve nihayet uçaktayız.
Sabah saat 9.30'da bindirildiğimiz uçakta 16 saat bekletiliyoruz. Aslında bizden kurtulmak istedikleri aşikâr…
Ama biz arkadaşlarımızın tamamını almadan gitmeyeceğimizi söylediğimiz için bekliyoruz. İHH Başkanı Bülent Yıldırım ve yaralılarımızın gelmesi üzerine 16 saattir içinde bulunduğumuz uçak kalkıyor. Ertesi gün sabah saat 03.00'te ülkemize ayak basıyoruz. Üç gün boyunca İsrailli askerleri yalnızca şiddetle kınayan, lânetleyen ve ilişkilerini gözden geçireceğini söyleyen yetkililerimizin yönettiği ülkemize…
Açlık, susuzluk, yorgunluk, kaybettiklerimizin hüznüne karışıyor. Yitirdiğimiz canlar, dönerken yanımızda olmayan dostlar ve böyle bir mücadelenin sonucunda yerine ulaşamayan yardımlar çok canımızı yakıyor. Bu yolculukta şehid olanlar şimdi ebedi alemin ilk durağında…
Gerçek insanlar eksildi aramızdan…
Ölümü sevdiren, hatta ölüme imrendiren bir son ile demir aldılar bu limandan…
Kurumuş dudaklarındaki son nefesi teslim ederek şehadet katına doğru uzanan bir yolculuğa çıktılar. Şimdi onlar ölümün ebedi güzergâhında ölümsüzlüğe yelken açıyor. Hepimizin başı sağolsun… Allah'ın rahmeti onları kucaklasın! Buradaki yerleri gönlümüzdür, oradaki yerleri de cennet olsun! Rahmet yağsın size güzel insanlar!
Peygamberimizin Veda Hutbesi'nde bildirdiği gibi;
'Şahid ol Ya Rab! Şahid ol Ya Rab! Şahid ol Ya Rab!'
VAKİT