Fes şehri ile Şafşavan arasındaki upuzun dağları, engebeli arazileri aştıktan sonra artık Şafşavan’a iyice yaklaşmıştık. Yaklaşık 6 saattir yoldaydık ve Şafşavan yemyeşil dağların arasından mavi bir pırıltıyı andırırcasına görülmeye başlamıştı. Kısa bir zaman sonra tüm yolcular gibi ben de Şafşavan Garı’nda otobüsten indim. Etraf bir otobüs garına yakışmayacak derecede tenhaydı. Gardan çıktıktan sonra şehrin doğu yakasındaki Medina’ya ulaşmak için dik bir yokuşu tırmanmaya başladım. Çünkü seyyahların, uzaklardan gelenlerin rüyalarını süsleyen asıl şehir orasıydı. Sırtımdaki çantayla dik yokuşu tırmandığım için biraz yorulsam da aklım fikrim mavilikler arasındaki şehre bir an önce kavuşmaktaydı. Yokuşu tırmandıktan sonra bir esnafa Medina’ya nasıl ulaşacağımı sordum. O da bana doğuya doğru yürümeye devam etmem gerektiğini söyledi. Artık gri taşlı evlerin, gürültüleri dışarıya kadar taşan kafe ve marketlerin olduğu caddelerin arasından geçiyordum. Anladığım kadarıyla buralar daha çok şehrin modern kısmını oluşturuyordu. Yol üzerinde fiyatları hakkında bilgi sahibi olmak için birkaç otele uğrasam da ben geceyi çoktan Medina’daki bir otelde geçirmeye karar vermiştim. Oldukça geniş ve canlı olan bir caddeyi daha arkamda bıraktıktan sonra Şafşavan’ın Medina kısmı mavilikler arasından karşıma çıktı. Yolculuklarımda yüzlerce şehir görmüştüm. Fakat Şafşavan’ın gördüğüm şehirler arasında özel bir yeri olacağını daha şimdiden hissetmeye başlamıştım.