Hepimizin geçmişe dair “yapmalıydım ama cesaret edemedim” başlıklı hayıflanma listelerimiz vardır... Bazen bunlara göz atarız ve listedeki bazı maddeler için açık özeleştiriler yaparız... Bazıları ise buna cesaret edemezler.
Birincilerin ikincilere kıyasla daha “cesur” olduğunu söylemek yanlış olmaz. Fakat birincilerin kendi hatalarına karşı gerçekten de cesur ve dürüst olduklarına hükmedebilmemiz için bugünkü “yapmalıyım” listelerinin karşısındaki pozisyonlarına da bakmamız gerekir... Eğer o pozisyon, “yapmalıyım ama cesaretim yok” cümlesiyle ifade ediliyorsa, geçmişe dair özeleştirilerin fazla bir kıymeti olmaz. Tıpkı, aradan zaman geçince bugün cesaret edilemeyen şeyi gündeme getirip “hata ettim, o zaman şöyle yapmalıydım” demenin fazla bir kıymetinin olmayacağı gibi... Yani, her şey zamanında...
Aynı şey toplumlar, devletler, hükümetler vb. için de geçerlidir: Onların cesaretlerinin gerçek ölçüsü de geçmişteki hatalar karşısında bugün alınan tavır değil, bugün doğru olduğuna inanılan şeyin karşısında bugün alınan tavırdır.
Daha önce de yazdığım gibi, geçmiş hatalarımızla yüzleşmek için “celâdet” yeter, fakat şu anda yapmakta olduğumuz hatalarla yüzleşebilmemiz için “şehâmet” sahibi olmamız gerekir. (Celâdet: bahâdırlık, kahramanlık, yiğitlik... Şehâmet: zekâ ve akıllılıkla berâber olan cesâret, yiğitlik –Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat.)
Devletin “yapmalıyım” listesinin bir numaralı maddesi
Kürt sorununun bu aşamasında, onu gerçekten çözmek isteyen bir devletin “yapmalıyım”lar listesinin en başında hiç kuşkusuz şu madde yer alıyor: “Abdullah Öcalan’la oyalamaya değil sonuç almaya yönelik bir müzakere süreci yürütmeliyim...”
Bu, Kürt sorununun da benzeri bütün sorunlar gibi masada çözüleceği, ille de bir muhatabın olması gerektiği (muhatabın “Kürt halkı” olduğu önermesi, parlaklığı ölçüsünde içi boş bir önermedir) ve Abdullah Öcalan’dan gayrı bir muhatabın bulunmadığı hakikatinden doğan bir sonuçtur. Hoşumuza gitmeyebilir bu hakikat, fakat bizim hoşumuza gitmiyor diye bir hakikat hakikat olmaktan çıkmaz!
Eski MİT müsteşarı Cevat Öneş’in Sabah yazarı Sevilay Yükselir’e yaptığı değerlendirme, aslında devletin bu hakikat karşısında “inkârcı” bir pozisyonunun olmadığını gösteriyor (Sabah, 3 Ağustos):
“Öcalan’ı hiç kimse devre dışı bırakamaz! PKK ve onun sempatizanı olan Kürtler üzerindeki etkisi sanıldığından çok daha büyüktür.”
Geçen yazıda, Öcalan’ın “ben çekiliyorum” restiyle, “yokluğu”nu öne sürerek “varlığı”nın önemini göstermeyi planladığını söylemiştim... PKK-Kandil-DTP-DTK kanadından tepki neredeyse ânında geldi. Hem de ne tepki... DTK’nın 850 delegenin katılımıyla yapılan 5. Genel Kurulu’nda, Öcalan’ın resti karşısında “özeleştiri” yapmaya ve bütün enerjinin Öcalan’ın koşullarının düzeltilmesi için harcamaya karar verildiği açıklandı. Sonraki günlerde, bu amaçla dev bir kampanya örgütleneceğini de öğrendik.
Bu kampanyanın ayrıntılarından önce Öcalan’ın “rest” konuşmasında bu çerçevede neler söylediğini hatırlayalım:
“Ben burada pratik önderlik yapamayacağımı, bu şartlarda bunu sürdüremeyeceğimi söylemiştim. Her iki taraf da bana bir şeyler söylüyorlar. Devletin-AKP’nin zaten ne yaptığı ortada. Her iki taraf da beni idare ediyor. Aslında bu bir şantajdır. Kandil beni taşeron olarak kullanıyor. Devlet de heyeti taşeron olarak kullanıyor. Her iki taraf da beni taşeron olarak kullanıyorlar. Her iki tarafın beni taşeron olarak kullanmasına son veriyorum. Bugün itibariyle buna son veriyorum. Benim yapacaklarım bitti. Bundan sonra benim rolümü sürdürmem için sağlık, güvenlik ve özgür hareket alanının sağlanması gerekiyor. Artık bunlar olmadan hiçbir şey yapmıyorum.”
“DTK ve BDP’nin tek gündemi artık Öcalan”
Bu açıklamalara gelen cevap, dediğim gibi, beklenmedik bir hızda ve içerikteydi... İlk açıklamada “Bütün enerjimizi Öcalan’ın koşullarının düzeltilmesine harcayacağız” diyen DTK, daha sonra açıkladığı harekât planıyla, bu çıkışın altını doldurdu. Yapılan açıklamaya göre DTK, “demokratik çözümden ve kalıcı barıştan yana” Kürt, Türk ve başka uluslardan aydınlardan bir komisyon oluşturacak, bu komisyon başta Mandela ve Chomsky olmak üzere Uluslararası çapta itibar gören şahsiyetlerle görüşmeler yapacaktı.
Habertürk gazetesi, son gelişmeler için “DTK ve BDP’nin tek gündemi artık Öcalan” başlığını kullanmış. Bence gayet isabetli bir başlık; durum gerçekten de öyle... Habere göre DTK Sözcüsü Cemal Coşkun, devletle olan müzakerelerin sürdürülmesi için cezaevi koşullarının düzeltilmesinin hayati önemde olduğunu belirtmiş ve “Öcalan’ın çekilmesi kıyametin kopması demek. Bu ülkenin barışı için kendisine ihtiyaç var” demişti.
Şu anda hangi mümkün çözümü ıskalıyoruz?
Öcalan’ın süreçten çekilmesini “kıyametin kopması” olarak gören bir siyasi hareketin onun isteklerine karşı durmayacağı, duramayacağı çok açık... Bu durumda Öcalan’ın “rest” konuşmasında dile getirdiği “Etkili olmamı sağlayın, gerillayı bir hafta içinde çekeyim” sözünün önemi daha da artıyor... Yani, ortada gerçekten de mümkün bir çözüm var gibi görünüyor. Demek ki hükümet cesaret gösterip Öcalan’ın koşullarını iyileştirse, üzerinde etkili olabileceği kesimlerle temas imkânı sağlasa çatışmalar ve ölümler durabilir.
Tam bu noktada hangi eleştirinin geleceğini biliyorum: Birdenbire hız kazanan PKK saldırıları, hayatını kaybeden askerler hatırlatılacak ve “şimdi olmaz” denecek...
Ben de şöyle diyorum: Sadece bizim tecrübemiz değil, dünyadaki bütün uzun süreli çatışmalarla ilgili tecrübeler, bir çözüm imkânının ortaya çıkması durumunda mutlaka onu sabote edecek gelişmelerin de çıktığını gösteriyor.
Geçen yazıda Güney Afrika tecrübesini aktarmıştım... Yakın zamana kadar Balıkçı lakabıyla bilinen ve ilk kez geçtiğimiz günlerde Neşe Düzel’e açık kimliğiyle konuşan İlhami Işık da İrlanda ve IRA örneğini hatırlatıyordu (Taraf, 1 ağustos):
“Bakın, İngiltere ile IRA arasında tarihî anlaşma imzalandı ve birileri en vahşi eylemi yaptı. Ama o anlaşma, 29 kişinin öldüğü o vahim eyleme rağmen yürürlükten kalkmadı. (...) Kürt meselesiyle ilgili ne zaman iyi bir şey olacak olsa ya da olsa, otomatiğe bağlanmış gibi bu ülkede toplumu şoke eden, en başa döndüren çok kötü bir şey oluyor. Bu hiç şaşmadı. Öcalan, 8 temmuzda ‘Devletle üç konuda anlaştık’ dedi. 14 temmuzda Silvan olayı oldu.”
Bir devletin kendi stratejisini, onu bozmak için yapıldığı aşikâr olan eylemler nedeniyle bozması akıl düzeyinde anlaşılır bir şey midir? Bu durumda devletin bir strateji kurması mümkün müdür?
Düşünsenize, bir strateji kuruyorsunuz ama kafanızın bir yerinde, ağır bir saldırıyla karşılaşmanız durumunda bundan vazgeçmek var... Bu tabloya, karşı tarafın sizin böyle hareket edeceğinizi bildiğini de ekleyin... Böyle bakınca tablo çok tuhaf görünmüyor mu?
Şunu da düşünün: Bir devlet, kurduğu bir stratejiden birilerinin sabotajı nedeniyle vazgeçiyor, çünkü şu kadar sayıda can kaybına mal olmuştur bu sabotaj... Fakat aynı devlet, bu provokasyona gelmeyip stratejisini kararlılıkla uygularsa, diyelim o kayıpların birkaç yüz, belki de birkaç bin misli kadar daha fazla can kaybını esirgeyebilecektir. Bu durumda bir devlet nasıl davranmalıdır?
1993’te “33 er” katledildiğinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “kısasa kısas” yerine kendi barış stratejisini uygulayıp başarıya ulaştırdığını düşünün.
1993’ten bu yana kaç insan öldü?
Bugünün mümkün çözümü Öcalan’la görüşmek... Fakat tarih belli bir ânın mümkün çözümünü bir süre sonra mümkün çözüm olmaktan çıkartabiliyor... Aralık 2009’da yazdığım bir yazıyı şöyle bitirmişim:
“Bugün PKK tek parça ve bu güç Öcalan tarafından kontrol edilebiliyor. Yarın bu bütünlük bozulur ve birkaç başıbozuk PKK ortaya çıkarsa, bugünün ‘mümkün çözüm’ü ‘mümkün çözüm’ olmaktan çıkacak. Tarih, bir bakıma, yeterince cesur davranamayan siyasetçilerin ve toplumların kaçırdığı fırsatların yol açtığı cehennemlerin tarihi...”
Salı günü bu dizinin son bölümünde, hükümetin cesaret göstermesi durumunda nasıl bir tepkiyle karşılaşacağını tartışacak, müzakerelere başlamak için “örgütün silahsızlandırılması” talebinin neden gerçekçi olmadığını göstermeye çalışacağım.
TARAF