Yavuz Bahadıroğlu’nun Yeni Akit’te yayımlanan konuyla alakalı yazısı (28 Ocak 2019) şöyle:
“Dindar Müslümanlar”
Soru: Faşizmle komünizmin birbiri arkasından çöktüğü, kapitalizmin sallandığı, “Türk usulü laiklik”in miadını doldurduğu bir dönemde, “ebedi yeni”yi elinde tutan “dindar Müslümanlar” ne yapıyor?..
Çağı kuşatıp etkileyecek yeni yöntemlere kafa mı patlatıyorlar, yoksa keyiflerine mi bakıyorlar?
Eskiden hayat ya doğrudan ya da dolaylı olarak ebediyete dönüktü…
“Dindar Müslüman”ın önceliği sonsuzu aramak, sonsuz saadete ulaşmayı hedeflemekti.
Bu yüzden dünyevi lezzetlerle fazla ilgilenmez, parayı baştacı etmez, makam-mevkiye dönüp bakmaz, eğilip bükülmez, dünya için kıblesini şaşırmaz, “Cennet koşusu”na ara vermezdi.
Şimdi böyle miyiz peki?..
Gözü asla doymayan, verildikçe “daha fazla”sını isteyen, Cenneti dünyada arayan, “ehl-i dünya”dan çok bir farkı kalmayan insanlara döndük!
Her daim “Rabbena hep bana” modundayız! Eskiden nefsimizi kardeşimize feda ederken, şimdi tüm insanların bize feda olmasını bekliyoruz.
Verilenden daha fazlasına ulaşmak için çırpınıyor, çırpınırken de dini kuralların dışına çıkıyoruz. Hatta bazen insanlıktan bile çıktığımız oluyor:
İçimizde sevgisizlik ve merhametsizlik kol gezerken, hâlâ “Dinimiz sevgi dini, Efendimiz rahmet Peygamberidir” diyoruz, ne var ki kendimize bile merhamet etmiyoruz.
Uzun zamandır, hayatımızı inançlarımız yerine “günün modası” şekillendiriyor. “Farklı” görünme hastalığı bizim de ruhumuzu avuçladı: Cebimiz para gördükçe, zaruri olmayan ihtiyaçları “zaruri ihtiyaç” saymaya başladık. “İmanda kardeşlik”sırrını unuttuk, “menfaatte kardeşlik” icat ettik…
O gün bugündür, gelir düzeyi yaklaşık aynı olan dindarların oluşturduğu etrafı surlarla çevrili kolonilerde oturuyor, tabii zekât verecek fakir bulmakta zorluk çekiyoruz!
Anlayacağınız, varlıklı ama dindar Müslümanlar olarak çoğumuz “takva” ile “marka” arasında kaldık: İşin içinden bir türlü çıkamıyoruz.
Eskiden böyle değildik: Müslüman hayatlar ebediyete dönüktü. Dünya “ebedi”imiş gibi algılanmaz, “ahiretin tarlası” olarak görülüp yaşanırdı…
Mü’minler birbirlerini “çıkar” için değil, “Allah için” severlerdi. Müslümanın içten pazarlığı yoktu. Müslüman, göründüğü gibiydi: İçi başka, dışı başka dindara nadiren rastlanırdı.
Bir iş yapılmadan önce “günah mı, sevap mı” diye bakılır, ancak “sevap” olduğu kanaati hâsıl olduktan sonra yapılırdı…
Müslüman zenginler “ehl-i dünya” denilen “tek dünyalılar”a (ahret inancı olmayanlara) özenmez, ne kıyafette, ne siyasette, ne sosyal ve ticarî hayatta onları taklit etmezdi.
Dünyayı “mezra” olarak görür, “mükâfat”ı ebedi hayatta bekler, bu beklenti ile dünyanın “cazibedar fitneleri”ne karşı direnirlerdi.
Ebedi hayata yönelik beklentilerimiz mi kırıldı, yoksa kendimizi dünyanın cazibesine mi fazlaca kaptırdık bilmiyorum, bildiğim şu ki, git gide “tek dünyalılar” gibi yaşamaya başladık.
Hele bir de varlıklıysak, tüm emellerimize fani dünyada ulaşmak mecburiyetinde imiş gibi tüketiyoruz hayatı.
Banka hesabımız büyüdükçe, imanımız değil belki, ama sanki beynimiz küçüldü. Ya da düşünecek zamanımız kalmadı. Durumu idare edip gidiyoruz.