"Bindirilmiş kıta" intibaı veren gruptaki kızlardan biri diyor: "O makama gelmiş bir hukuk adamı hakkında nasıl böyle konuşursunuz?" Makama saygı duyulur ama saygıdeğer bir makamı temsil edemeyen kim olursa olsun eleştiriyi hak eder.
Burası, "Sizi buraya getiren kuvvet böyle istiyor" diyen; "Siz emredin, biz ona göre kanun yaparız" diyen; Bakanlığına bir defada kendi partisinin görüşünü paylaşan 5.000 hakim, savcı alan ve "Ne yani, falanca partiye taraftar elemanlar mı alacaktım?" diyen; darbeleri, başbakan ve bakan idamlarını savunan, savunurken gerçeğin tersini söylemekten çekinmeyen yüksek yargı mensuplarının ve adalet bakanlarının mebzul miktarda bulunduğu bir ülke.
Bir başka öğrenci, "Ben, üniversitede okuyorum. Benim reyim, Doğu'da yaşayıp tahsil görmeyen bir insanla aynı olamaz!" diyor. Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi, öğrencilerine böyle mi hukuk ve demokrasi öğretiyor? Demokrasi, oy sahiplerinin en iyi seçimi yapma konumunda bulundukları değil, kendilerini yönetecek kişileri, partileri seçtikleri rejimdir. Madem "halk idaresi" demek olan demokrasi ve "çoğunluk hakimiyeti" anlamına gelen cumhuriyet var, öyleyse her insanın oyu birbirine eşittir ve en fazla oyu alan parti iktidara hak kazanır. Sonra, sizin doğru düşündüğünüzün garantisi ne? Sizden daha tahsilli ama sizin gibi düşünmeyen milyonlarca insan var.
Bir başkası, "AKP % 47 oy almışsa, biz % 53'üz diyor." Çarpıtmaya bakın. % 53'ün tamamı sizden mi ibaret?
Cindoruk, pek çok milletvekiline atfedilen suçların yasama dokunulmazlığı altında işlendiğini kabul ediyor ama ekliyor: "Bunlar, partinin odak olup olmaması karşısında fikir verir." Yasama dokunulmazlığı, milletvekillerinin Meclis'te ifade ettikleri düşüncelerden masun oldukları demek değil mi? O zaman, masuniyet altına alınmış ve dolayısıyla suç teşkil etmeyen ifadeler nasıl oluyor da, bizzat işlenmiş suçlara dayanması gereken odak olma hakkında fikir verebiliyor? Bu durumda, hangi milletvekilli yasama dokunulmazlığına sığınarak Meclis'te görüşünü belirtebilir?
Avni Özgürel, güzel açıkladı. 12 Mart'tan önce ABD, Türkiye'de haşhaşın yasaklanmasını istemektedir. Hükümet kabul etmeyince, ABD yetkilisi dönemin Dışişleri Bakanı Çağlayangil'e, "Size acıyorum, partinizden istifa edin!" tavsiyesinde bulunur. 9 Mart cunta hareketinin yol verdiği 12 Mart Nihat Erim hükümetinin ilk aldığı karar, Türkiye'de haşhaş ekiminin yasaklanması olmuştur. 12 Eylül öncesinde, Türkiye, Yunanistan'ın NATO'nun askerî kanadına dönmesini veto etmektedir ve NATO sistemi kilitlenmiştir. 12 Eylül günü dönemin ABD Başkanı Carter'e rapor verilir: "Our boys have done it!" 17 gün sonra, darbe hükümeti, Yunanistan'la ilgili vetoyu kaldırır. 27 Mayısçıların malî krizinde imdada yine ABD koşmuştur. 28 Şubat, birkaç yıl sonra İslâm dünyasında BOP adı altında uygulamaya konacak planın Türkiye ayağıdır ve Türkiye, İsrail'in kucağına oturtulmuştur. Yani Ergenekon'un ve bugün ulusalcı diye anılanların yaptıkları, hep ABD'nin ve İsrail'in çıkarına olmuştur.
Türkiye'de 1950'den bu yana çarkı hep aynı dönen sistem içinde DP, AP, ANAP, AKP gibi sağ partiler, G8'in ürettiklerini tüketen pazar konumundaki ülkemize biraz ekonomik can katmak gibi gaz fonksiyonu görürler ve hepsi, ikinci dönemlerinde yıpranmaya başlar. Can, demokrasi gereği birazcık halka ve dolayısıyla İslâm'a ait değerlere doğru üfleniverince, fren fonksiyonu gören darbeci damar harekete geçirilir ve müdahalede bulunulur. Ayrıca bugün, ABD'nin bölgesel ve küresel planları ve istekleri, İsrail'in Lübnan'a saldırma hazırlıkları, Güneydoğu/Kürt meselesinde çözüm işaretlerinin belirmiş olması karşısında iktidar zayıf düşürülmüş; özellikle başörtüsü yasağının kalkması için Anayasa'da değişiklik yapılması ve hiç hazmedilememiş bulunan birtakım gönüllü kuruluşların Güneydoğu meselesinin çözümüne önemli katkı sağlar hale gelmesi ve Ali Kırca, "Kapatma davasından Ergenekon soruşturmasına" diye tam tersine çevirse de, kapatma davasından 8 ay önce başlamış bulunan Ergenekon soruşturmasının derinleştirilmesi, bardağı taşıran son damlalar olmuştur.
Zaman gazetesi