Fatma Barbarosoğlu / Yeni Şafak
İmam, cemaat, çil horozun akıbeti...
Hikâye, 1940’ların başında geçiyor.
Hikâyenin kahramanı olan Manisalı Hoca, at üstünde dağları aşıp ovaları yararak seyahat ediyor. Kasabalara hiç uğramadan sadece köylerde mola vererek hayatını sürdürüyor. Onun kaçak olduğunu söyleyenler de var, Allah dostu bir derviş olduğuna inananlar da. Ama nereden gelip nereye gittiğini hiç kimse bilmiyor. Soranlara “Topraktan geldik, toprağa döneceğiz.” diyor. Köylerde verdiği molalar bazen aylarca bazen de sadece birkaç gün sürüyor. Köyün iklimi ile Manisalı Hoca’nın iklimi birbirine ne kadar uyarsa o kadar. Aşağıda nakledeceğim hikâye, ona dair son hikâye olarak biliniyor.
Manisalı İmam konakladığı köylerde köy odalarında kalıyor, camide imamlık ediyor, köylünün imanını kavîleştirmek için elinden geldiğince sohbet ediyor. Son mola verdiği köyde birkaç yaşlının dışında kimseyi göremiyor ortalıkta. “Nerede olur bu köyün erkekleri?” diye sorup aramaya çıktığında hepsini hazır ve nazır olarak köy odalarında buluyor. Köyde kadınlar ve çocuklar çalışıyor, bıyığı terleyen delikanlılar bile kendilerini evin işinden azat edip oda mesaisine dahil oluyor.
Gördüklerine pek anlam veremeyen Manisalı İmam “Ben bu bölgeyi bilmiyorum, komşu köye gideyim, oradaki imamla istişare edeyim, onun görgüsünü, bilgisini kendime mihmandar bileyim” diyerek sabah namazından sonra komşu köye gidiyor. Komşu köyde gündüz hiç kimseye rastlamıyor. Bu köyün adamları nerede? Çeşmede su dolduran yaşlı bir kadın “Herkes işinde gücünde, gündüz vakti kimseyi bulamazsın” diyor. Köyün imamını soruyor, “Öğlen ezanına kadar Subaşı’nda olur” cevabını alıyor yaşlı kadından.
Sora soruştura Subaşı denilen yere varıyor. Böyleyken böyle diye müşkülünü anlatıyor köyün imamına ve “Benim geldiğim köy ile sizin köy arasında bu kadar fark olması normal mi?” diye soruyor. “Sen şehirlisin herhalde” diyor komşu köyün imamı. “Köy deyince bütün köyleri birbirinin aynısı sandığına göre… Köy köye benzemez. Halbuki yedikleri içtikleri aynıdır ama nimete verdikleri isim dahi farklıdır. Biz kumpir deriz, onlar pata der mesela. Biz nine deriz onlar ebe. Bizim köyde işler şafak ile başlar, onların köyde tavuklar yumurtlayınca...”
İki köyün bu kadar farklı olmasına bir hayli şaşıran Manisalı İmam bütün farklılıkları tek tek öğrenmek ister. “Başka, başka?” diye sordukça sorar. Her yeni bilgi, işini kolaylaştıracak yerde iyiden iyiye zorlaştırır. “Hepsi neyse de tavuklar yumurtlayınca kısmını hiç anlamadım...”
Manisalının aklının karıştığını gören imam “Mesela” der, “bizim köyde gün horoz sesiyle başlar. İnsanlar bir işe koyulduğunda şafak ile buluşalım der. Horozların ilk ötüşü yani. Fakat senin misafir olduğun köyde erkekler işe başlamak için ‘tavuk yumurtlayınca’ der.”
Manisalı İmam duyduklarına bir anlam veremez. “Horozlar aşağı yukarı aynı saatte öter ama tavuklar aynı saatte mi yumurtluyor ki...” diye şaşkınlığını dile getirir. “Ehli keyif adamlar” der komşu köyün imamı. “Tavuk yumurtlayacak, o yumurta yağa kırılacak, bunlar da yiyip işe koyulacak. Tembeldirler yani. Bir iş bitirdiklerini gören olmamıştır şimdiye kadar. Onun için dikkat et, evler viranedir. Erkek işi gerektiren hiçbir iş yapılmaz. Ağaçlar budanmaz, dağdan odun getirilmez. Kadınların yaptığı tezek ile kışı savuşturmaya bakarlar. Çocuklar çok bakımsızdır.”
Komşu köyün imamının anlattıklarından kendince bir yol haritası çıkarır Manisalı İmam. Bu köyün erkeklerini miskinlikten kurtarmalı, “Nefsini bilen Rabbini bilir” hükmünü kalplerine yerleştirmelidir. Ders hazırlar. Camiye gelen giden yok, en iyisi ben onların ayağına gideyim diyerek köy odalarını tek tek ziyaret eder, sohbet etmeye çalışır. Kendi çalar kendi oynar hesabı, sohbetine bir kulak bulamaz.
Manisalı Hoca kendini gözden geçirir. Kendisi anlatamadığı için mi yoksa cemaatin dinleme ehliyeti olmadığı için mi gönülden gönüle akıp gitmesi gereken kelimelerin yolu bir türlü açılmamakta, sohbet meclisi kurulamamaktadır? Son ziyaret ettiği köy odasında anlatabilme ve dinletebilme kapasitesini görmek için ayağa kalkıp cemaate seslenir:
“Ey cemaat, şimdi size bir kıssa anlatacağım ve kıssanın sonunda sizin fikrinizi soracağım.” diyerek anlatmaya başlar:
“Adamın bir çil horozu vardır ve bu çil horoz günden güne güçten düşmektedir. Adam çil horozu kucaklayıp komşusuna götürür: ‘İyice güçten düşmeden al sen kes afiyetle ye. Ben kesip yemeğe kıyamıyorum’ der. Komşuya hediye edilen horoz yeni kapısında günden güne serpilir. Gücüne güç, sesine ses katar. Horozun eski sahibi ‘Horozumu bana iade et’ diye komşunun kapısına dayanır. Komşu şaşırır: ‘Olur mu? O benim, sen onu bana hediye ettin.’
‘Ben sana onu ye diye hediye ettim. Yemediğine göre o eskisi gibi benimdir.’
Cemaat buraya kadar anlatılanı nefesini tutmuş bir şekilde dinler. Çil horozun akıbeti hepsini fena halde heyecanlandırmıştır. Hoca Efendi’nin “Sizce kim haklı?” diye sorması ile birlikte bir uğultu yükselir. Horozun esas sahibinin kim olduğu konusunda herkes bir başkasının fikrini merak etmeden kendi söylediğinin doğruluğuna herkesi ikna etmek için bağırıp çağırır.
Neden sonra tartışmaktan yorulurlar, fakat horozun kimde kaldığını merak etmekten asla vazgeçmezler.
Manisalı İmam “Ey cemaat!” der, “Kendinize ait olmayan bir meseleyi tartışmayı nasıl da huy edinmişsiniz. Kendi davanıza akıl erdirmek yerine horoz davasını nasıl da benimsediniz. Ben size sizi tanıtmak, bu dünyadaki yeriniz, yurdunuz hakkında bilgilendirmek isterken hiç oralı olmadınız da çil horozun sahibinin kim olduğunu pek önemsediniz. Ben size Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi’ndeki ilkeleri söyledim, hiç dinlemediniz. Hanenizden sorumlusunuz, miskin miskin vakit öldürmeyin, işinize gücünüze bakın, Allah tembelleri sevmez dedim. Hiç oralı olmadınız. Nefes sayılı, bu beden bize emanet. Hesap gününde yapıp ettiklerimizden, yapmayıp ihmal ettiklerimizden mesulüz dedim, dönüp kendinize bakmadınız. Komşu köye gittim. Aynı güneş aynı yağmura muhatapsınız. Ama onların köyü pırıl pırıl. İnsanlar işinde gücünde. Gündüz vakti köyde kimseyi bulamadım. Kimi ekimde kimi dikimde. Siz ancak oturuyorsunuz.”
Manisalı Hoca’nın söyleyeceği çok şey varmış daha. Ne ki “Horozun akıbeti ne oldu? Sen onu söyle, bunları boş ver.” seslerini duyunca atına atladığı gibi köyden ayrılmış. Bir daha da onu gören olmamış.
Derler ki, sadece geceleri yolculuk ettiği için o güne kadar izini kaybettirebilmişti. Ama o gün bir hışım gündüz yola çıktığı için jandarmalar tarafından yakalandı.
“Aslında yakalanmazdı, ama çil horozun akıbetini merak edenler onu jandarmaya şikâyet etti” diyenler de var.
Meraklısı için notlar
Hafızanın kaydettiklerini, kaydedilenleri resim seçici gibi bulup ortaya getiren unsurları, daha doğrusu hatırlamanın kimyasını her zaman merak ederim. Merakımı da kendi hatırladıklarım üzerinden doyurmaya çalışırım.
Yukarıda okumuş olduğunuz hadiseyi hatırlamama sebep olan kitaptan, kitaptaki “o bahis”ten bahsetmeliyim.
Kitap, Mahmutgazi Köyünde Halk Edebiyatı adını taşıyan 1942-1946 yılları arasında yapılan bir doktora tezi. Mahmutgazi, Denizli ilinin Çal ilçesine bağlı, denizden yüksekliği 800 metreden fazla olan, Baklan ovasının Çökelez dağı eteklerine kavuştuğu yerde kurulmuş bir köy.
Günümüzde maalesef köy sosyolojisi çalışmaları pek revaçta değil. Dijital kültür sonrası köylerin toplumsal belleğini çalışmak çok önemli oysa.
Mehmet Tuğrul tarafından yapılmış olan doktora tezinde Mahmutgazi köyünün toplumsal belleğini ortaya koyan birbirinden kıymetli masal derlemeleri var. 1942 yılında derlenmiş olan “Kaderini Arayan Adam” masalını okurken, belleğim yukarıda dikkatinize sunmuş olduğum hikâyeyi getirdi.
Hikâyeyi ne vesile ile kimden dinlediğimi maalesef hatırlayamadım.