Salı sabahı Sabah Gazetesi’nin ‘Yalnız ve Güzel Ülkenin Sevinci’ manşetini görünce ‘Yok artık!’ oldum. (‘Yuh artık’ değil de, ‘yok artık’- dikkâtinizi çekiştiririm.)
Nuri Bilge’nin en iyi yönetmen lafını kullanmalara doyamayacağız, anlaşılan.
Y. Türker’in yazdığı üzre ‘yalnız ve güzel filmler yapan’ bir adamın lafını aldık, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” paranoid lafımızın (ve de kafamızın) yanına tapuladık.
Arada şöyle minnacık bir sınır var: Bu sınırı ihlâl ettiğimiz anda, paranoid şizofren milliyetçiliğimizin topraklarındayız, cümleten.
‘Cümleten’ de, hiçbir cümleye gelmeyen, yalnızca kendi cümlesini kurmakta ısrarcı, müdanasız bir adamın/Nuri Bilge Ceylan’ın yani Cannes’da kürsüde edilmiş lafını, yakında Turkcell’in ya da Coca Cola’nın ‘Milli Takıma başarılar diler’ reklamının sloganı olarak duyarsak, şaşırmayalım.
Buna halk arasında ‘abuse’ deniyor. Kötüye kullanma? İstismar? Taciz?
Milletçek aradığımız Zafer Sarhoşluğunu, 11 adamın bir topun peşinde koşturması neticesinde elde edilen skorlarla lıkır lıkır yaşıyor/içiyor olabiliriz.
Ama futbolla hiçbir alakası olmayanlarımız da var! Yaaaa. Var böyle bir mutsuz azınlık.
Bir de tüm bu kırmızı-beyaz histerinin, bayrakların, Türklük Gururu! Türk’ün Zaferi! zart zurtunun tedavülden kalkmasını, en azından sürekli ağzımıza-burnumuza dayanmamasını isteyenlerimizin duyduğu dehşet duygusu, var.
Yüzünün yarısı beyaz yarısı kırmızıya boyanmış, yarısında ay diğer yarısında yıldız, milliyetçi bir holigan hayatta görüp göreceği başka bir başarı olmadığı için ‘Avrupa Viyana duy sesimizi!’ diye yırtınırken, evet acıma ve üzüntü de duyuyorum, ama korku da duyuyorum ben.
Gazetelerde de habire bu ‘Viyana Kapısındaki Türkler’ teması! Ağbi, bi türlü kalkıp gidemedik Viyana kapılarından. Hatta kapılarda bekleye bekleye kapıcı olduk!
Manşet altı, manşet üstü yetmiyor.
Tam Tam baş sayfadan dayanıyor önümüze Tur Atlamışlığın Feci (ve mecburi anlaşılan) Coşkusu.
Televizyonda bir bağyan yarı ağlayarak “Biz Türküz! Biz başarırız! Biz sonunda daima kazanırız!” okuyor. Hani 10 Kasımlar’da avluda şiir okuyan çocuk tonlamasıyla.
Oysa anladığım son maça bakarak “Türk’ün aklı sonradan başına gelir” çok daha iyi bir niteleme olacak.
Kalecimiz Volkan’ın (öğrendim bakın adını) yediği herzeler, Emre Belözoğlu’nun (anlaşılan) kaçınılmaz terbiyesizlik gösterisi, üstüne bol gelen kaleci formasıyla kaleyi korumak durumunda bırakıldığı için ellerini kaldırıp dua etmek zorunda kalan bir çocuk-
Bunlar çok tanıdık, bildik manzaralar değil mi?
Pek tabii bunlar da, futbol denilen bunca meftunu olan ‘siporun’ cilveleridir. Buyrun maçlardan, zaferlerden istediğiniz kadar zevk alın. Ama her birimizin bu aşırı milliyetçilik de içeren kabarmalar karşısında, eşit derecede duygusal katılım mecburiyeti yok. Olmamalı!
Sonuç olarak gerçekçi olalım. ‘Uzaklar’ı kırk bin kişi seyretti sinemalarda. ‘Recep İvedik’i dört milyon.
Şimdi kalkıp filmlerini 40 bin Türk’ün izlediği yalnız bir yönetmenin teşekkür ederken ettiği iki çift lafı, Recep İvedikler Çoğunluğunun sevincine malzeme etmeyelim. Sınır Aşımı.
Kalkıp Recep İvedik vari manşet atalım: “Bu katı görünüşün altında kedi gibi çevik Türk futbolcular var” vs.
İşte bu ketlenemez Sınır Aşımcılığımız yüzündendir ki (dayandık yine Viyana sınırlarına) Atatürk’ü ‘sevmeyen’ için dava açıyoruz.
Atatürk’ü sevmek mecburi. Yurdunu sevmek mecburi.
Öyle acayip bir ülke ki burası: Yurdun seni sevmiyor, ama sen yurdunu habire sevmek zorundasın.
Düşünsenize: anneniz (Anayurt) babanız (Babayurt) size soğuk, mesafeli. Reşit olduğunuz halde size (diyelim: başınızdaki türbana) karışıyor. Hiçbir hareketinize izin vermiyor. Hiçbir müstakiliyet girişiminize geçit tanımıyor.
Cezalandırıyor habire: Gözaltına almalar, mahkemeye vermeler, olmadı hapse atmalar. Katı kalbiyle otuz yıldır sizi bir savaşa sürüyor. ‘Ölen ölür kalan sağlar askerimdir’ mantığıyla.
Siz ise kayıtsız şartsız; bu sevgisiz ve nadan anayı, bu soğuk ve kaygısız babayı sevmek zorundasınız.
Oysa tam tersi doğrudur benim bildiğim. Ana-babalar koşulsuzca sever, korur, büyütür, kollar. Çocuğun da keyfi bilir: ister sever,
ister sevmez.
Bu yurdu sevmekten serhoşluk zarureti ve hatta ne kadar yalnız ve bahtsız bir yurdumuz olduğuna inanıp on bir adam son 20 dakkada iyi top sürüp başkasının ağlarını dalgalandırdı diye, ağlayıp bağırarak kendinden geçme mecburiyeti, Milli Takım Günleri’nde bazılarımıza (maalesef) fazla geliyor.
Bilmem bu çarpıntılığa müsaade buyurur musunuz?
Sizin kahramanınız: Arda.
Benimki Mehmet Bal. Adana’da Askeri Cezaevi’nde bileğinden kelepçelenmiş. Bekliyor.
Radikal gazetesi