Manastırda Bir Katil

SÜLEYMAN CERAN

Son yüzyıla kadar gayri Müslimlerle yaşamak olağan bir hadise idi. Kapı komşunuz bırakın farklı mezhebi, farklı dinden bile olsa oldukça olgun ilişkiler kurulabiliyordunuz. Ama artık bu yok denecek kadar az. Steril şehirlerde yaşıyoruz. Farklı, öteki insanlarla alakamız yok. Uzağız. Ulus devletlerle üretilen yapay sınırlar, kalplere de beyinlere de inşa edilmeye başlandı. Gözle görülmeyen sınırlar kuşatıyor bizi. Birbirine yakın olan insanların birbirlerinin sorunlarıyla hemhal olması da sona erdi artık. Diğerkâmlık, soyu tükenen bir kelime oldu çıktı.

Bir arkadaşımızın Hıristiyan olmasını saymazsak ilk kez bir Hıristiyanı ve Hıristiyanlıkla ilgili yapıyı İstanbul’a ilk kez kıymetli Hocam Ali Değirmenci’yle birlikte geldiğim 1997 yılında görmüştüm. Taksim’de Saint Antuan Kilisesi idi. İtalyan rahipler tarafından yönetilen bu Katolik kilisede hiçbir rahibe rastlamamıştım ama kasveti beni çok etkilemişti. İki bin yıllık Hıristiyanlık tarihinin karamsar, flu, kapalı, zaman zaman renkli, canlı halini resmeden bu ibadethane beni çok etkilemişti. Birkaç İncil ve dua kitabı aldıktan sonra oradaki yazıya ilişmişti gözlerim. Alınan kitapların ücretinin konacağı sandığı gösteren bir nottu bu. Kitapların ücretini insiyaki bir şekilde hem de fazlasıyla sandığa koyduğumu hatırlıyorum.

Sonraki yıllarda Sümela Manastırı’nı görme şansım oldu. Maçka’da bu yapıya çıkarken soluğumun kesildiğini dün gibi hatırlıyorum. Yunan Ortodokslar tarafından yapılan bu eserin olağanüstülüğü karşısında etkilenmemek elde değildi. Bir inanca çok yüksek düzeyde bağlılığın işareti olan bu yapıları önemsiyorum. Çıkmanın bile zorlu bir emeğin ürünü olduğu yerde, olağanüstü yapılar inşa edilmesi inanç hâlesinin çapını da gösteriyor.

Sonra Akdamar Kilisesi. Ailecek yaptığımız gezide görmüştük bu müstesna yapıyı. Van Denizi’nin göbeğindeki Ermeni Kilisesi’ndeki figürlerde adeta peygamberlerin geçit töreni vardı. Semboller, semboller, semboller… Keşişlerin evleri, ocakları… Doğu’nun ortasında varlığı bile bir duruş, bir mesaj taşıyordu.

Gitmek şu ana kadar nasip olmadı ama Filistin’deki Doğuş Kilisesi’ni de buraya kayıt düşmek gerekli. 2002 yılında İsrail askerlerinin tipik korkunç saldırıları yaşanırken iki yüz civarında ki Filistinli, Doğuş Kilisesi’ne gelmişti. Yemlik Meydanı’nda, Fransisken Manastırı'nın içinde olan bu yapıya sığınan silahlı direnişçileri rahipler sahiplenmiş ve korumuştu. Öyle ki İsrail askerleri bölgeyi kuşattılar ve tüm görüşmelere rağmen direnişçiler teslim olmadı. Rahiplerin onurlu davranışı vesilesiyle pek çok Filistinlinin hayatı kurtuldu. Mavi Marmara’nın Gazze seferine katılan, İsrailli askerler tarafından kelepçelenen 88 yaşındaki Katolik Piskopos Hilarion Capueci’yi de buradan saygıyla anmak gerekli.

İslam tarihi içerisinde Necaşi ya da gerçekliği tartışmalı olmakla birlikte Taif’te peygamberimize üzüm ikram eden Rahip Attas mitosu da aynı şeye karşılık gelir; kendini inandığı dine adayan insanların ezilenlerin yanında oluşu vurgusu. Tarihin büyük kısmında ibadethanelerin en önemli özelliği mazlumlar için sığınılacak yapılar olma özellikleridir. Bir köye saldırı olduğunda insanlar bodrumlara değil, ibadethanelere sığınırlar.

Anlatmaya çalıştığım şey, kilisenin Hıristiyanlık tarihindeki teolojik yerinden, politik duruşundan ziyade, hayata ve sokağa ilişkin yönü. Bizde de caminin fonksiyonu inkâr edilemez. Merkezidir. Hayat etrafında gelişir. Bir liman gibidir cami, sığınırız. İspanya’da Kurtuba ve el-Hamra, merhamet avizesi gibi parlar da durur yüzlerce yıldır. Şam’ın Emeviye Cami’si, devrimcilerin yaralarının sarıldığı bir yapı değil midir aynı zamanda.

İşte adı konmamış bu insani tarafı ihlal eden önemli gelişmeler yaşandı Sırbistan’da. Bosna Hersek’te gerçekleşen soykırımın sorumlusu olan ve Sırbistan’ı da yöneten cinayet truimvirası da denebilecek bir üçlü yapı, üçlü sacayağı vardı: Miloseviç, Karadziç ve Mladiç. Bizdeki Talat-Cemal ve Enver paşalar gibi üçlü yönetim. Bu truimviranın son ayağı olan, Srebrenitsa’da binlerce kişinin katledilmesi fikrini uygulayan, savaşın pek çok cephesinde Bosna’da yaşanan soykırımı adım adım gerçekleştiren Ratko Miladiç, geçtiğimiz Mayıs ayının son günlerinde yakalandı.

Miloseviç yakalanana kadar yediği önünde yemediği arkasında olan Miladiç, pahalı restoranları mekân tutup, futbol maçlarına dahi gidip ayan beyan ortada dolanabiliyordu. Akıl hocası Miloseviç tutuklandıktan sonra daha sağlam bir ağla korunmaya başlandı. Öyle ki, 2004 yılında Belgrad’ın Topçider Askeri Kışlası’nda saklanmakta iken kendisini gören Dragan Yokovlyeviç ve Drajen Milovanoviç isimli askerlerin öldürülmesi de vahşetin yalnızca Müslümanlara dönük olmadığını gösteriyor. Mladiç’i görmeleri nedeniyle iki Sırp sorgusuz sualsiz öldürülebiliyor. Lahey’de bu iki cinayetin de hesabını vermesi beklenen “canavar” Mladiç için Sırbistan’da ve Rusya’da eylemler yapıldı. Binlerce kişi polisle çatıştı hatta taksicilerin “seviyorum işte, var mı diyeceğin?” kabilinden sloganlar atmaları şaşırtıcıydı. Göstericilerin alanlara gelmeden önce topluca kiliselere gidip dua etmelerinin de kitlelerdeki nevrotik sorunları ifşa ettiğini söylemek mümkün görünüyor.

“Sırp kasabı” ve “canavar” lakaplarıyla tanınan General Ratko Mladiç’in 2006 yılından beri Zrenjanin şehri yakınlarında bulunan St. Melanije Manastırı'nda saklandığı ve buradaki keşişlerin aşırı milliyetçilikleriyle tanındığı ortaya çıktı (01.06.2011, Selçuk Gültaşlı, Zaman Gazetesi). Aynı yıllarda Yunanistan'ın "Antenna" televizyonu, Ratko Miladiç’in saklanması için Yunanistan'ın Aya Dağı'ndaki Hilendar Manastırı'nda saklanmasına dönük girişimlerin olduğunu söylüyordu.

Et yemeyen, içki içmeyen ve evlenmeyen, dünyanın nimetlerini kendilerince reddederek inançları paralelinde yaşamaya çalışan keşişler, insanlık ailesinin azılı düşmanlarından birini, bilerek ve isteyerek belki de şeref addederek yıllar boyunca nasıl saklayabildi? Hangi inanç, hangi değer, hangi bilgi, felsefe, anlayış, telakki açıklayabilir bu durumu?

Noel Malcolm, soykırıma yakın zamanlardaki Srebrenitsa’yı kitabında şöyle anlatır: “Ortaçağın son dönemlerinde Alman madencileriyle, Ragusalı tüccarlarıyla ve Fransiskan keşişleriyle, batı Balkanlar çapında ülke içindeki, en müreffeh kent olarak tanınmış olan Srebrenitsa, insan dışkısı kokan dev bir mülteci kampına dönüşmüştü.” (Bosna’nın Kısa Tarihi, Noel Malcolm, Om Yayınevi, s.384)

Srebrenitsa’da sıkıntıyı, zorluğu birlikte göğüsleyen insanların sonraki aşamada mazlum Bosna halkını terk edip bir katili sahiplenmeleri çok enteresan bir olay. Ukrayna’dan, Romanya’dan, Bulgaristan’dan, Yunanistan’dan ve Rusya’dan binlerce asker gelerek kendi ulusal üniformalarıyla Sırp Çetniklere daha fazla insan katletmeleri, kirletmeleri ve yağmalamaları için yardım etmişlerdi. Srebrenitsa Katliamı sosyolojik açıdan derinlemesine incelenmesi gereken vahim bir olaydır. Bahsettiğim şey, kendini bir şekilde dinle ilişkilendiren insanların dünyanın büyük bir kesimi tarafından “soykırım” ve “cinayet” olarak algılamayı başardıkları Srebrenitsa katliamının bizatihi uygulayıcısı olan Mladiç gibi bir caniyi sahiplenecek dozda milliyetçilik hissi taşımaları. Bir adım ötesinde ise kendini dine vakfetmiş, yaşantısına ikinci bir şey katmamış, inziva hayatı süren, politikaya, güce, paraya mesafeli keşişlerin, manastırlarında böyle bir soysuzu saklayacak zavallılıkta olmaları. Elbette Umberto Eco’nun sonradan sinemaya aktarılan Gülün Adı’ndaki gibi bireysel anlamda yaşanan suçlar ve yanlışlar var ama bir suç şebekesinin başına yönelik kolektif desteğin anlaşılabilir tarafı yok. Neredeyse manastırlar paylaşamıyorlar bu adamı, o kadar korkunç bir telakki ile karşı karşıyayız.

Bu algıyı eşelemekte fayda var. Bir keşiş bir katili neden manastırında saklasın ki? Nasıl bir bağlılık, nasıl bir aidiyet duygusudur bu. Sırbistan’da 16. yy.da okutulan ders kitaplarına göre Osmanlı Akıncıları hiçbir direnişle karşılaşmadan, Slovenya ve Hırvatistan topraklarını yağmaladılar. Farklı kaynaklara göre ise 200 şehri işgal ettiler; 100 bin insanı köle, 30 bin genci de Yeniçeri yaptılar. 1524’te Türkler, Konjic’teki tüm Fransiskan keşişlerini öldürdüler, cesetlerini Neretva Nehri’ne attılar ve manastırları, binaları, çevrelerindeki kiliseleri tahrip ettiler. Bütün bunların araştırılması gerekir. Aslı var mıdır, varsa da çapı ve etkisi ne kadar olmuştur. Bizim ders kitaplarımızdaki Ermeni telakkileri, Şeyh Said algısı, sırtımızdan vuran Arap anlayışı da paralel yaratılan yanılsamalar aslında. Toplumsal belleğe işlenen, uzun yıllar nesilden nesile aktarılan araştırılmadan, okunmadan ve veriler halinde yüklenen kin tohumlarını ayıklamak dünyanın en zor işlerinden biri olsa gerek.

İtalya'nın La Republica gazetesinde yayımlanan Rakto Mladiç'in savaş sırasında kaleme aldığı günlüklerinde geçen şu cümlelere dikkat kesilelim: "50 bin Boşnak'ı öldürmek bir şey değil, onu sonra da yaparız. Önemli olan Müslüman halkı bu topraklardan temizlemektir" Bu düşünceye sahip, hayatını bu fikre adamış, kadın, yaşlı, çoluk-çocuk demeden binlerce kişiyi katledip iş makineleriyle toplu mezarlara yuvarlamış bir cani Mladiç. İnsan soyunun en dip, en sefil hallerinden birisi. Esfele safilin’in nefes alan hali. “Azgın milliyetçilik” telakkisinin yaşayan üyelerinden biri o. Mladiç’i o kadar zaman misafir eden, ağırlayan, yoklayan, saklayan, uğurlayan, hayatlarını yalan üzerine inşa eden, insan soyuna yapılan hainliğe ortak olan keşişlere de yazıklar olsun.