HAKSÖZ-HABER
Kenan Alpay, bugünkü yazısında özellikle aydın, gazeteci-yazar, üstat sıfatlı kişileri hedef alarak sordu: “Kemalist, ulusalcı, liberal tutarsızlıklarla dalga geçmekten yanı başımızda milyonlarca insanın kan gölünde boğulduğunu görememek ne biçim bir mantığın ne biçim bir vicdanın tezahürüdür?”
Alpay, “tuzağa düşürülen Türkiye” masalını stratejik analiz diye pazarlayanların öncelikle Suriye’deki Baas-Esed despotizmini ardından da diğer işbirlikçi rejimlerin bekasını temin etmeye çalıştıklarına dikkat çekiyor:
***
Suriye’de Tuzağa Düşen Kim?
Suriye’de insanlık adına meydana gelen büyük utanç tablosunun faillerini ve işbirlikçilerini bir tarafa bırakıp “kimlerin kimleri tuzağa düşürdüğü” konusunda spekülasyonlar yapılmakta olduğu dikkatli gözlerden kaçmıyor.
Milyonlarca insanın ölüm, yaralanma, hapis, tecavüz, yıkım, hicret ve yokluk bataklığına iteklenmesi karşısında dahi güya birileri soğukkanlılığını muhafaza etmekte ısrarlıymış gibi birtakım edalar takınıyorlar.
Oysa Suriye’de devem edegelen katliam ve yıkımları inatla “tuzağa düşenler ve tuzağa düşürenler” ikilemine sıkıştırıp izah etmeye kalkışmanın temelinde ne olabilir sizce? Ahlaki temelleri güçlü bir siyasal analiz yeteneği mi yoksa ahlaki kaygılardan arındırılmış siyasi ve stratejik hesaplar mı?
Şahit olduklarımıza bakılırsa bırakın ABD, Rusya, AB veya Çin’i merkeze alıp söz söyleyenleri İslami aidiyetleriyle bildiğimiz aydın ve yazarlar hatta kimi cemaatler dahi siyasi, iktisadi, diplomatik vd. bütün alanlarda olup biten gelişmeleri stratejik fayda veya zarar hesabı dâhilinde kritik etmeyi marifet bilir olmuş.
Makara Saranlar ve Ütopya Kuranlar
ABD veya Rusya’yla, İran veya AB’yle aynı paralelde hareket etmemek, aynı doğrultuda yürüyememek yani “yalnızlık” Başbakan Erdoğan ve hükümetinin Suriye’de içine düştüğü yanlışlığının birinci dereceden göstergesi sayılıyor. Yalnızlığın yanlışlığa eşitlendiği gibi zulmü gidermek üzere birilerini harekete geçirmeye çalışmak da “taşeronluk” vurgusu üzerinden yanlışlığa eşitleniyor.
Başbakan Erdoğan’ı hem iç politikada hem de dış politikada mevcut statükoya karşı güçten düşürüp hareketsiz kılmak hatta felç etmek üzere Suriye meselesi her açıdan bir dilemma olarak ortada duruyor. Sürekli olarak Kemalist-ulusalcı sol-sosyalist kesimlerin bu dilemmayı güçlendirmek üzere oynadıkları role yoğunlaşmak yanıltıcı olacaktır. Çünkü sadece Başbakan Erdoğan açısından değil öncelikle Suriye’deki mazlum Müslümanlar açısından ama daha genelde İslam toplumları açısından bu çirkin dilemmanın kurulmasında İslamcı aydın ve çevrelerin rolü diğerlerine göre daha önemli ve ağırlıklıdır.
İsterseniz basit ama faturası bir hayli ağır ve son derece de bulaşıcı bir aydın-gazeteci hastalığını bu babda ele alalım. Mesela Fazıl Say isimli dengesiz bir piyanistin abuk sabuk twitlerine cevap sadedinde yazılanlardan neredeyse geniş bir literatür oluşmuş halde. Fazıl Say’ın sadece sözünün değil temsil ettiği fikriyatın hatta varlığının ne kadar değeri olduğunu dahi tartışmaya gerek yok. Ancak başta Salih Tuna ve Ahmet Kekeç olmak üzere bir dizi İslamcı hatta Hükümetçi olarak bilinen zevat Fazıl Say krizinin çözümü için o kadar büyük bir performans sergilediler ki Suriye konusunda neredeyse ağızlarını açıp bir şeyler söylemeye mecalleri kalmamıştı.
Fazıl Say veya Kemal Kılıçdaroğlu’nun tutarsız, temelsiz veya komik halleriyle dönüp dönüp makara sarmak, söz konusu vatandaşları madara edip reyting yapmak çok haz verici olmalı. Tabi çeşitli sıfatlarla maskelenmiş zulme karşı ironi yapmak, iktidar sınıflarının kara mizaha kaçan rezilliklerini teşhir etmek gibi çabalar hem anlamlı hem de faydalıdır. Lakin nasıl olur da Suriye’de 26 aydır katledilen on binlerce insanın katilleri Kemalist ideolojinin karikatürden tipleri kadar konuşulmak için değeri olmaz!?
Dersim katliamı karşısında Alevi-Bektaşi kesimlerin Mustafa Kemal, Kemalizm ve Kemalist kadrolara toz kondurmamak için sergiledikleri olağanüstü hassasiyetin bu taraftaki karşılığı nedir sizce? Suriye’de katledilen insanların kanlarında İran ve Hizbullah’ın elini görememek nasıl olur? Yoksa Esed rejiminin bekası adına işlenen bu katliam ve tecavüzlerde Rusya’yla aynı cephede savaşan İran ve Hizbullah’ın oynadığı rolü konuş(a)mamak yoksa anlayış ve vicdanlarda yaşanan körlük ve sağırlıkla mı alakalı? Belki de İslam toplumlarında yaşanan katliam ve tecavüzlerde ABD, İsrail, İngiltere veya Fransa parmağından gayrısının çok da sorun yapılmaması kararı alınmıştır da bizim haberimiz olmamıştır.
Kemalist, ulusalcı, liberal tutarsızlıklarla dalga geçmekten yanı başımızda milyonlarca insanın kan gölünde boğulduğunu görememek ne biçim bir mantığın ne biçim bir vicdanın tezahürüdür, buyurun siz karar verin.
Sorun ironiyi çok seven, makara sararak hem kendine hem de okurlarına stresten kurtuluşun yolu olarak bol bol kahkaha atmayı telkin eden aydın-gazeteci tipinden ibaret olsa bir yere kadar teselli bulacağız. Ama camiamızdaki ağır abilerin hatta üstadların da alabildiğine tumturaklı ve tüm zamanları kuşatma iddiasındaki tezlerinde de aynı hastalıktan nasiplenmiş olmasıdır asıl endişe verici olan.
Zihinlere ve Kalplere Karşı Tuzak
Katliam üstüne katliam yapan, kadınların iffetine musallat olan, çocuk ve gençleri boğazlayıp cesetlerini yakan Esed-Baas cuntasının arkasındaki Rusya ve daha önemlisi İran ve Hizbullah faktörünü göremeyen, bir kez olsun sesini çıkaramayan mesela Ali Bulaç ve Atasoy Müftüoğlu gibi aydınlar nasıl bir şahitlik ve öncülük yapmak istiyorlar sizce? (...)
YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ...