İspanya’nın güneyine doğru kıvrılan yollar… Bizi ulaştıracakları menzile doğru uzuyorlar…
Otobüsün camından sessizce dışarıyı seyrediyorum. Kalbimin bir yarısı geride bıraktığım Elhamra’da, diğer yarısı istikamet üzere olduğumuz Kurtuba’ya odaklanmış. Yol kenarındaki Mezquita levhasıyla heyecanlanıyorum. Mesquita: Cordoba (Kurtuba) şehrinde bulunan Kurtuba Camii, İspanyolca’da Arapça mescit kelimesinden türetilmiş Mesquita olarak adlandırılıyor. Endülüs Emevileri’nin en parlak dönemlerinde, kendilerine 300 yıl başkentlik yapan Kurtuba şehri, o dönemde Bağdat ve Kahire’den sonra dünyanın üçüncü bilim ve sanat merkezi olarak yer almış.
Tarih’ten kalan izleri sürmek için şehre adım atıyoruz. Kurtuba 300 bin nüfuslu bir şehir. Şehri dolaşmaya başlayınca buranın Endülüs’ün diğer şehirlerine nispeten İslam Mimarisini daha yalın yansıttığını görüyorum. Beyaz boyalı evlerin, turunç ağaçlarının, dar ve taş yolların, turistik eşyaların satıldığı dükkânların önünden yürüyüp, Vad’il Kebir Nehri’nin üzerindeki Roman Köprüsü’nden geçerek Kurtuba Mescidi’nin girişine geliyoruz.
Bölge Hristiyanların egemenliğine geçince, Kurtuba Camii’nin önüne büyük bir kapı yapılmış. Bu duvar/ kapının üzerinde kabartma insan figürleri gözüme çarpıyor. Burada, Hıristiyanlar şehri ele geçirirken yaptıkları zulmü resmedercesine “Bir Müslüman’ın kafasını kesen bir Hrıstiyan” figürünü kullanmışlar. İçimi burkan bu manzara bir an önce camiye girme isteğimi artırıyor. Bir nevi ferahlama arzusu belki de…
İşte resimlerden aşina olduğum, ilk yapıldığında 1419 sütunu olan, bugün ise yapılan yıkımlardan sonra 812 sütunla ancak ayakta kalabilen mescidin içindeyim. Daha adımımı içeri atarken, kırmızı beyaz sütunların görkemiyle devasa bir hurma bahçesine girmişim gibi hissediyorum. Emeviler, Abbasi zulmünden kaçıp buralara gelirken vatanlarının coğrafi vasıflarını, hurma ağaçlarının serinliğini, estetiğini yüreklerinde taşımışlar ve mimarilerine yansıtmışlar adeta.
Mescidin içi; sütunların birbiriyle simetriği, eyvanlarının yüksekliği, süslemeleri, renklerin ahengi, ferahlığı ve sadeliğiyle zamanı durduruyor. Az önce içimi bunaltan gravürlerin izi bir anda siliniyor. Taş oymacılığıyla mükemmel bir medeniyet inşa eden Emevilerin aşk ve gayreti Mescid’in duvarlarına yansımış haliyle kalbime dokunuyor. Kırmızı-beyaz sütunların her birinin gölgesinde tarih dilleniyor sanki…
Endülüs Emevi Devleti’ni kuran I. Abdurrahman, Kurtuba’da büyük ve ihtişamlı bir cami yaptırmak ister. Hristiyanlardan Vad’il Kebir Nehri’nin kenarında bir arsa satın alınır. 785’te caminin inşaatı başlar. Cami için Doğu memleketlerinden çok özel malzemeler getirtilir. Lübnan’ın en mükemmel ağaçları, Doğu’nun en güzel mermerleri kullanılır. Irak ve Suriye’den en kıymetli taşlar, diğer yerlerden inci, zümrüt, fildişi getirilir. I. Abdurrahman caminin inşaatında bizzat kendisi de çalışır. Fakat 787 de vefat eder ve bittiğini göremez. Onun yerine geçen oğlu ve diğer akrabaları tarafından caminin yapımı 10 yılda tamamlanır.
Tarihte Müslümanların yaptığı en güzel mabetlerden biri olan Kurtuba Mescidi ne yazık ki Endülüs’ün çöküş evresinde Kurtuba’nın Hristiyanların eline geçmesiyle yapılan zulüm ve katliamlardan fazlasıyla nasibini alır. Şehri ele geçiren İspanyollar, Müslümanları kılıçtan geçirir. Öyle ki Kurtuba Mescidinin 20 kapısından kanlar akar.
İspanyollar 1500’lü yıllarla gelindiğinde Caminin ortasına bir kilise yapmaya karar verirler ve bu kilisenin inşası için camiyi adeta talan ederler. Duvarlardaki bütün güzel süslemeleri yerle bir edip, sütun ve kemerlerin çoğunu yıkarlar. Rahleleri çalar, değerli taşları, mermerleri sökerler, yerlerine kötü bir işçilikle taş duvarlar, kemerler yaparlar.
Mabedin içinde dolaşırken duvarların sessiz hüznü anlatıyor gibi asırlar önce yaşananları… Allah’ın Kur’an’da bütün mabetlere saygı duyulması ve kimsenin kimsenin dinine küfretmemesi hakkındaki ayetleri geliyor akla... Endülüs’ün her bir köşesi tarihin dilsiz bir şahidi adeta… İspanyollar buradaki Müslüman medeniyeti yok edebilmek için ellerinden geleni artlarına koymamışlar. İspanya’daki 600’ ü aşkın caminin kiliseye çevrildiğini öğrenince ister istemez Ayasofya geliyor aklıma… Üzerinde vaveylalar kopardığımız; ibadete açalım mı açmayalım mı diye yıllardır oyalandığımız... Hepimizin malumu, İstanbul’un fethiyle Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülen Ayasofya, 1935’te müzeye çevrilerek ibadete kapandı. İçinde namaz kılınan bir mescitken müze’ye dönüştürülmesi o günkü siyasi otoritenin kararıyla olsa da; İspanya’da sorgusuz sualsiz kiliseye çevrilen onca camiyi gördükten sonra, Ayasofya’nın esaretinin bugüne kadar sürmesini anlamak güç geliyor. Hristiyanlar kiliseleri olarak gördükleri Ayasofya üzerinde kaç türlü siyasi propaganda yürütürken kendi ülkelerindeki durumlardan işte bu kadar memnun ve rahatlar. Ayasofya’nın hiç değilse bir bölümü ibadete açılmalı ve geçmişte Müslümanların ibadet ettikleri bu mescit gerçek değerini bulmalı diye düşünmeden edemiyorum.
İspanya’ya geldiğimizden beri namazlarımızı hep orda burada, kenar köşede kıldık. Kurtuba’ya gelince de değişen bir şey olmadı. Mescide girerken rehberimizin sıkı sıkıya uyarılarıyla karşılaştık çünkü. “Kurtuba sadece ziyarete açık bir mescit, ibadete değil. Namaz kılmak kesinlikle yasak.” Eğer namaz kılmak istersek polis engeliyle karşılaşabilirmişiz.
İnsanın bir zamanlar medeniyete ışık tutan bir şehrin muazzam gayretlerle yapılan mescidini, bu uyarılara teslim olarak ziyaret etmesi, bir nevi turist mesabesine indirgenmesi zoruna gitse de yapacak bir şey yok. Geçen zaman pek çok şeyi alıp götürmüş buralarda. Öyle ki daha yakın zamanda Kurtuba Mescidi’nin adının Kilise tarafından Kordobo Katedrali olarak değiştirildiğini de biliyoruz.
Mescidin içinde loş bir hava hâkim… İlk bakışta insanı tarihi bir yolculuğa çıkarmaya hazırlanır gibi gizemli bir hali var. Dev sütunların arasında uzayıp giden koridorlarda yürüyorum. At nalı şeklinde tabir edilen mihrabın önünde duruyorum. Bizans mozaikleri ile süslü mihrapta bekliyorum öylece. Kastilya Kralı III. Ferdinand, Kurtuba’yı işgal edince, kardinal ve papazları yanına alarak Kurtuba Mescidi’ne girer, mihrabın önünde küçük bir şapel yapılarak dua eder ve camiyi kilise olarak takdis eder. Mescitlerimizin temel mihraklarından olan mihrabın önünde yapılan bu takdis muhayyilemi zorluyor. Gücü elde eden kendi kutsal sembollerini üstünlük olarak dayatmış diğerine… Bu hep böyle mi gider! Ülkeler ve devletler hezimete uğrasa da mescitler özgür olamaz mı? Biliyorum temelsiz sorular zihni yorar ama düşünmeden de edemiyorum…
Yüksek eyvanlarıyla, tavanlardaki asılı kandilleriyle ne tarafa baksam gönlümü ısıtan bu ortamı gece de görmek isterdim. Gece tavanda asılan kandiller yanınca Mescide ayrı bir güzellik katıyormuş. Bizim camilerimizdeki dev avizelerden uzak bir görünümü var tavanların. Otantik kandiller simetrik duruşlarıyla mescide ayrı bir güzellik katıyor. Mescit, Endülüs döneminde 7425 kandille hizmet veriyormuş. Bu kandillerin Ramazan ve bayramlarda aktif olarak yakıldığı ve 24 bin okka amber zeytinyağı tüketildiğinden bahsediliyor.
Mescidin katedral bölümüne geçtiğinizde ise bir anda dünya değiştirmiş gibi oluyorsunuz. Az önce kırmızı beyaz sütunlar arasında uhrevi bir gezinti yaparken birden bolca resimli, renkli, şaşaalı, duvarlarda tabloların, heykellerin olduğu altın mihrakların bulunduğu bir bölüm burası... Bu hızlı geçiş, iki dinin arasındaki tezatlığı da resmediyor bir bakıma… Garip bir baş dönmesi yaşıyorum. Hızlı geçişler oldum olası sarmamıştır. Katedrali gezerken, kiliselerinde özgürce dua eden Hristiyanlara takılıyor gözüm. Katedralde ibadet serbest, camide yasak. Batının çifte standardı burada da teyakkuzda… Gücü elinde tutanının çifte standardı can sıkıyor, iç acıtıyor… Buraya gelip de bu hisleri yaşamayan Müslüman var mıdır diye düşünüyorum istemsiz.
Katedral tıpkı diğerleri gibi tablolarıyla, heykelleriyle Hristiyan felsefesini, dikte eder gibi. Duvarlardaki tablolardan biri diğerlerinden daha çok dikkatimi çekiyor. Müslümanların, çöküş döneminde, Kurtuba şehrinin anahtarlarını dönemin Kralı Ferdinand’ a diz çökerek teslim ettiklerinin resmedilişi bu… Kısacası Katedral başlı başına batılı bir fenomen diliyle sesleniyor.
Yalnızca katedral mi? Toplumdan, insanlardan bizzat gelen tepkiselliği anlamak da çok zor değil. Düşünceye, insan haklarına saygıyla dünyaya öncülük ettiklerini iddia eden Avrupa ülkeleri, topraklarına adım attığımız andan itibaren, tahammülsüzlüklerini belli etmekten sakınmıyorlar. Endülüs’teki bazı dükkânlarda alışveriş yaparken esnafın Müslüman olduğunu fark edip yakınlık duyuyorsunuz. Hatta turistik eşya satan bir dükkân sahibinin Müslüman olması hasebiyle namazımızı orada kılabildik. Ayaküstü sohbet imkânı bulabildik. Ancak pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi Müslümanlar burada da mazlum ve mağdur bir konumdalar. Bazı fanatik eylemler nedeniyle, İslamofobi bugün Avrupa’yı sarsıyor gibi gösterilse de inanç özgürlüğü ve haklar üzerinde asıl korkuyla Müslümanlara nizamat veren Batı’nın kendisi. Bugün Avrupa’da yaşayan pek çok insan can güvenliği endişesi yaşıyor. Kendini olduğu ülkeye ait hissedemiyor. Fakat Müslümanlar üzerinde estirilen bu heyula yine Batı’nın çifte standardına takılıyor ve hiç dillendirilmiyor nedense.
Velhasılı… İnsan hakları çok su götüren bir mesel hâlâ yeryüzünde…
Ebu Süfyan’ı düşünüyorum sonra… Uzun yıllar Peygambere direnen, onunla savaşan ve Mekke’nin Fethiyle İslam’a giren sahabiyi. Endülüs’ün kurucusu onun torunları… “Endülüs Doğanı” olarak tarihe geçen Abdurrahman Bin Muaviye, İspanya’da temelini attığı devletle, atalarının İslam’a ilk yıllarda direnerek verdiği ziyanı telafi etmiş adeta… Adil ve cesur bir hükümdar olarak anılıyor, tarihi kaynaklarda…
Caminin avlusuna çıkıyorum nefeslenmek için… Portakal ağaçları, yüksek duvarlar arasında masum bir şahit gibi göğe uzanmış. Dallarına hüznün gölgeleri düşmüş… Ben de birkaç yangından çıkmış gibiyim. Sessizce anlaşıyoruz birbirimizle… Ve Abdurrahman’ın dizeleriyle dinleniyoruz…
''Al-Rusafa'da seyrettiğim hurma ağacı,
Batı'da, uzakta, hurma ağaçlarından çok uzakta,
Dedim ki, sen de, benim gibi uzakta, gurbettesin.
Kendi halkımdan ne kadar zamandır uzaktayım.
Yabancı olduğun bir toprakta büyüdün.
Ve benim gibi, dünyanın en uzak köşelerinden birindesin.
Bu mesafeden, sabah bulutları seni serinletsin;
Ve bol yağmurlar seni her daim ferahlatsın.''
Bu Makale Kültür Ajanda Dergisi'nin Mayıs Sayısında Yayınlanmıştır