Kamuya personel alımında kullanılan mülakat yönteminin mahiyetine dair belirsizliğin büyük adaletsizliklere yol açtığı malum. Yıldıray Oğur mülakatta haksızlığa uğradığı iddiasıyla konuyu yargıya taşıyan bir şikâyetçinin davası üzerinden artık bu usulsüzlüğün devam ettirilmemesi gerektiğini söylüyor.
Yıldıray Oğur’un Karar gazetesindeki köşesinde yayınlanan konuyla alakalı bugünkü (23 Temmuz 2018) yazısı şöyle:
Türkiye’yi Ne Uçurur?
Dün 1 milyon 234 bin 617 adayın devlet kurumlarında işe girmek için 120 soruya 130 dakikada cevap verdikleri Kamu Personel Seçme Sınavı yapıldı. (KPSS)
Bu 1 milyon 234 bin 617 adayın büyük bir kısmı bir gün önce Danıştay’ın kendilerini doğrudan ilgilendiren bir karara imza attığının farkında değildi.
Memurlar.net sitesinin haberine göre Danıştay 12. Dairesi’nin verdiği bu kritik karar 2012’den itibaren devam eden altı yıllık bir mülakat davası hakkında.
2012 yılında Türkiye İhracat Kredi Bankası’na büro elamanı olarak girmek için başvuran bir aday, bankanın Gazi Üniversitesi ile anlaşmalı olarak yaptığı yazılı sınavı geçti ve mülakata kaldı.
Mülakatta aday yazılı sınav notunu değersiz hale getiren 56.25 aldı ve başarısız sayıldı.
Aday, mülakatta kendisine verilen bu düşük notu Ankara 8. İdare Mahkemesi’ne taşıdı. İki yıl süren davada karar iki yıl sonra açıklandı ve davacının usulüne uygun yapılmadığı için mülakatı iptal talebi reddedildi.
Ama davacı üzerinden iki yıl geçmiş bu mülakatın peşini bırakmadı ve temyiz için Danıştay’a başvurdu.
Ve mülakattan altı yıl sonra Danıştay geçen hafta kararını açıkladı. Gecikmiş ama kritik bir karardı bu.
Davacıyı haklı bulan ve mülakatın altı yıl sonra tekrarlanmasına hükmeden Danıştay, mülakattaki sorunu ise şöyle tespit etti;
“Davacının girdiği sözlü sınav öncesinde, sınav komisyonunca sınavda sorulacak soruların önceden hazırlanması ve tutanağa bağlanması, her adaya sorulan soruların kayda geçilmesi ve sorulan sorulara adayların verdiği yanıtlara hangi komisyon üyesince, hangi notun takdir edildiğinin tutanakta ayrı ayrı gösterilmesi sağlanmalıdır.”
Danıştay’ın altı yıl sonra da olsa davada verdiği bu kararla, fikri, meşrebi, torpili, tanıdık olup olmaması gibi kriterlerle mülakatlarda düşük not verilerek elenen, siyasi, ideolojik sorulara muhatap olarak rengi anlaşılmaya çalışılan adaylar bu mülakatları idari mahkemelere taşıyabilecek.
Karar mülakatlarla işe istediklerini, kendi adamlarını ya da önceden belirlediklerini almak isteyenlerin de işini zorlaştıracak. En azından dengeli sorular hazırlamak zorunda kalacaklar.
Tabii bunun için bu içtihadı esas alacak, mülakatı kimin yaptığıyla ilgilenmeyecek, gelecek muhtemel telefonlara kulak asmayacak, böyle bir davada kararı altı yılda almayacak bir idari yargıya ve hakimlere ihtiyaç var.
Bunun için de o yargıçların hukuk eğitimi almış, ehliyet ve liyakatlerine göre seçilmiş, kimsenin torpili ile, listelere adları yazılarak oraya gelmemiş olmaları gerekir.
Tabii bunun için de asgari bir hukuk devletine, güçler ayrımına ve demokrasiye ihtiyaç olduğu açık.
Yani, bir bankanın büro memurluğunda ehliyet ve liyakat sahibi birinin oturması için bile hukuk devletine, o hukuk devletinde yargıçların bağımsız karar almasını mümkün kılacak güçler ayrılığı ilkesine, o güçler ayrılığı ilkesini koruyacak da bir demokrasiye ihtiyaç var.
O yüzden geçen hafta Anadolu Ajansı’na verdiği röportajda “Liyakat sorunu çözüldüğünde Türkiye şahlanır” diyen Alev Alatlı çok haklı ama aynı konuşmada söylediği şu tespitler için aynı şeyi söylemek zor:
“Sistemler onları kuvveden fiile çıkartan ve idame ettiren insanların niteliğiyle kaimdirler. Ehil bir atanmışın vezir edebildiği bir halkı, işinin ehli olmayan bir seçilmişin rezil edebildiği de sır değil. İster monarşi, ister meşrutiyet, ister parlamenter, isterse bizim şimdi denediğimiz başkanlık sistemi olsun, toplumların bir avuç iyi niyetli ve ehil insanın yüz suyu hürmetine ayakta kaldığını kadim tarih teyit ediyor. Sistem kendi başına bir değer değil, değerini sistemi çalıştıranların liyakati belirliyor.”
Toplumlar bir avuç iyi niyetli ve ehil insanın yüzü suyu hürmetine ayakta uzun süre duramaz. İyi niyetli ve ehil insanların hak ettikleri yerlere gelmelerini sağlayan o “ister bu olsun ister şu olsun”la geçiştirilen sistemlerdir.
Bu yüzden “Demokrasi falan mühim değil, yeter ki ehil ve iyi insanlar yönetsin” arabayı ata koşturmaktan farksız.
Bir entelektüelden esas beklenen de çıplak gözle görünen liyakat eksikliğini, bir imparatorluğu çökertmiş kath-ı ricali tespit etmekten çok, neden bu liyakat sorununun bir türlü çözülemediği üzerine cesaretle gitmek olmalı.
Tıpkı, 1999 yılında Avrupa’nın ortasında bir katliamdan yeni çıkmış, çoğunluğu diktatörlüklerden oluşan İslam ülkeleri dışında destekçisi olmayan Aliya İzzetbegoviç’in yaptığı gibi. İsviçre’de katıldığı bir toplantıda geri kalmışlıkla demokrasi arasındaki ilişkiyi şöyle anlatmıştı:
“Belki bazı iyi diktatörler vardır ama asla iyi bir diktatörlük rejimi olamaz. Bu rejimlerin hepsi insan onurunu aşağılayıcı, üretkenliği engelleyici rejimlerdir. Görünürde ekonomik gelişme, eğitim, sağlık, sözde bedava sosyal sigorta gibi iyi şeylerden yana olsalar bile, son tahlilde hepsi olumsuz sonuçlar doğurmaya mahkumdur. Bu rejimlerde insan haklarına saygı özendirilmez, buna bağlı olarak da istense bile ne güvenlik sağlanabilir ne de maddi refaha ulaşılabilir. Bu rejimler özgürlükleri baskı altında tutarak, sağlıklı uzlaşmaları engelleyerek, ideolojik ölçütler koyarak, bunlara karşı durabilecek yetenekli insanları toplumsal çalışmalardan alıkoyup ikinci plana iterler ve her şeyin vasat bir seviyeye indirgenmesini sağlarlar. Sonuç ise özgür ülkelere kaybetmek şeklinde ortaya çıkar.”
Yani ehliyet ve liyakat havada uçan değerler değil, onların ayaklarını yere bastıran ve koruyup gözeten hukuk devleti, demokrasi, fırsat eşitliği, insan hakları gibi sağlam muhafızları var.
Bir ülkenin kanatlarını neyin kırdığını, hangi zamanlar ülkelerin uçuşa geçtiğini görmek için de etrafımıza ve tarihe bakmak yeterli...