Taha Kılınç’ın Yeni Şafak’ta yayımlanan yazısı şöyle:
Üç sahne
Tarantolu Bohemond ve Toulouselu Raymond komutasında kalabalık bir orduyla Antakya önlerine gelen Haçlılar, 21 Ekim 1097’den 2 Haziran 1098’e kadar devam eden uzun ve zorlu bir kuşatmanın ardından şehri ele geçirmeyi başarmıştı. ‘Kutsal Topraklar’a giden rota üzerinde stratejik bir konumda bulunan Antakya’nın işgaliyle birlikte, Haçlılar önemli bir mevkiyi tutmuş oldular. Suriye bölgesindeki diğer noktalara düzenlenecek seferler için, Antakya ideal bir komuta ve sevkiyat merkeziydi. Nitekim, işgalden hemen sonra çevreye yönelik akınlara başlanmıştı.
Raymond’un ordusundaki şövalyelerden biri, Raymond Pillet, temmuz ayında emrindeki askerlerle birlikte -bugünkü Suriye’nin İdlib ilinde bulunan- Maarratu’n-Nu’mân şehrine kadar uzandı. Fâtımî devletinin sınırları içinde bulunan şehir sağlam ve yüksek bir surla çevrilmiş, zaman zaman karşılaştığı saldırıları da bu sayede kolaylıkla atlatmıştı. Maarratu’n-Nu’mân, Raymond’un taarruzuna da direndi ve küçük Haçlı ordusu, ağır bir kayıp vererek geri çekilmek durumunda kaldı. Haçlılar, o yaz ve sonbahar ayları boyunca, kasabanın uzağında ve çevresinde dolaştılar, yaşanan hezimetin etkisiyle bir daha saldırmayı denemediler.
Kış yaklaşırken ve havalar hızla soğurken, sayıları on binleri bulan Haçlı kuvvetleri, komuta kademesinin hesapsızlığının kurbanı oldu. Erzak stokları hızla tükenmeye başlamış, soğuğa dayanıklı kıyafet sıkıntısı baş göstermiş, askerlerin dirençleri ve moralleri hızla çöküşe geçmişti. Haçlılar, Suriye bölgesinde ulaşabildikleri her yeri kuşatıp işgal etmiş, keşfettikleri tüm kaynakları kontrol altına almışlardı. Ancak yine de, ele geçenlerin askerlere yetmeyeceği anlaşılıyordu. Tam bu noktada, ciddi bir erzak depoladığı düşünülen Maarratu’n-Nu’mân’a yeniden saldırı gündeme geldi. Haçlılar, bu defa şehirdeki Müslüman birliklerinin birkaç katı büyüklüğünde bir kuvvetle, kasım sonunda yeniden surların önünde göründüler.
Şehir halkı, birkaç ay önceki saldırı kolayca savuşturulmuş olduğu için, Haçlıların gelişi karşısında hiç paniğe kapılmamıştı. Surlar öylesine yüksek ve sağlamdı ki, Haçlı ordularının içeri girebilmesi mümkün değildi. Haçlıların erzak sıkıntısı çektiğini de biliyorlardı, şu halde kuşatmanın aylarca sürmesi imkânsızdı. Zaten şiddetli kış günleri de çoktan kapıya dayanmıştı. Şehir halkı tüm bunları düşünüp rahatlarken, Haçlılar da elbette şartların olumsuzluğunun farkındaydı. Ama bir önceki başarısız kuşatmadan aldıkları bir ders vardı: Neyi, nasıl yapacaklarını artık öğrenmişlerdi.
Haçlılar, Maarratu’n-Nu’mân’ı çepeçevre sardıktan ve giriş-çıkışları kontrol altına aldıktan sonra, şehre saldırmak yerine tam iki haftalık yoğun bir çabayla, ahşaptan bir kule inşa ettiler. Şehir surlarından daha yüksek, hareket edebilen, içindeki merdivenle askerlerin en tepeye inip çıkabildiği ve surlardan içeri asker sevkiyatını mümkün kılan bir savaş aletiydi bu. Ve Müslümanların o güne kadar şahit olmadığı boyutlardaydı. Haçlılar, çoğunluğu savaş tecrübesine sahip olmayan askerler tarafından savunulan Maarratu’n-Nu’mân surlarını kolayca aştılar.
12 Aralık 1098 günü, Haçlılar, teslim oldukları takdirde Müslümanlara serbest çıkış hakkı tanınacağını duyurdular. Çaresizliğin etkisiyle kılıçlarını bırakıp teslim olan şehir halkı, tarihin az gördüğü barbarlıklardan biriyle karşılaştı. 20 bin dolayında sivil, Haçlılar tarafından vahşice katledildi. Haçlılar, Müslümanları sadece öldürmekle yetinmedi: Bazı cesetleri parçaladılar, şişe geçirdiler, kızartıp yediler. Lübnanlı romancı Amin Maalouf’un “Maarra yamyamları” adını verdiği bu güruhun sergilediği vahşet, Haçlı tarihçiler tarafından kayda geçirilmiş ve günümüze aktarılmıştır.
***
“Maarra yamyamları” tüm bunları yaparken, hemen yakınlarda, sur dışındaki bir yıkıntının içinde bulunan mütevazı bir kabir hiç dikkatlerini çekmemiş olmalı. Oraya dokunmadan geçmişler çünkü. Tıpkı, 750 yılının o korkunç günlerinde, Emevî ailesinin bütün erkeklerini kılıçtan geçiren, hatta mezarlarını bile deşip kalıntılarını talan eden Abbâsîlerin de dokunmadan geçtiği gibi…
Maarratu’n-Nu’mân, tarihin sadece Haçlı sürülerinin saldırılarıyla andığı bir yer değil. Burası, İslâm tarihinin en muazzez isimlerinden birinin, “Beşinci Râşid Halife” unvanıyla şöhret kazanan Ömer bin Abdulaziz’in de medfûn bulunduğu yer aynı zamanda. Takvasıyla, ahlâkıyla, adaleti ve tevazusuyla Emevîlerin rakibi Abbâsîlerin de saygısını kazanan bu büyük halife, 717-720 yılları arasındaki kısacık iktidarı döneminde attığı ölümsüz adımlarla bugün hâlâ hayırla yâd ediliyor.
***
Ve İdlib’den yansıyan üçüncü ve güncel sahne: Rusya-Esed-İran ittifakının sürekli saldırıları ve bombardımanıyla sarsılan, yıkıntıların içinden her gün masumların cesetlerinin çıktığı, dahilleri olmadan içine düştükleri bir savaşın kurbanları olan anaların ahının gökleri tuttuğu, çoğumuzun -haber yoğunluğundan ötürü- belki duygusal alakasını bile yitirdiği bir bölge şimdi İdlib ve Maarratu’n-Nu’mân.
***
Tarihe ve coğrafyaya kuş bakışı nazar edince, zaferlerle hezimetler, coşkulu kahkahalarla gözyaşları iç içe geçiyor. Sadece cesetler üst üste yığılmıyor, hikâyeler de birbirine ekleniyor. Ve tarih boyunca sürekli çiğnenen ve kanla sulanan Suriye toprakları, bağrında sakladığı farklı örneklerle, nasıl hatırlanmak istediğimize dair iki yol sunuyor hepimize: “Maarra yamyamları” olmaya mı talibiz, Ömer bin Abdulaziz olmaya mı? Yapacağımız seçim, tarihin akışı içinde nerde duracağımızı da ortaya koyacak.