M. Beşir Eryarsoy ile Cumhuriyet döneminde İslam dünyasıyla ilk fikri temaslar üzerine

Medeniyet Bülteni’nin Temmuz sayısında M. Beşir Eryarsoy ile Cumhuriyet döneminde İslam dünyası ile gerçekleşen fikri temaslar üzerine bir röportaj gerçekleştirdi.

- İnançlarımız için toprak, vatan, coğrafya çok mu önemli?

Bizler dinimizin hâkimiyetini, ümmetimizin yüceliğini, onun yükselmesini havada gerçekleştiremeyiz. Bunun için bir toprağa, bir coğrafî alana ihtiyacımız vardır. Allah’a hamdolsun ki bu topraklar yüzyıllardır İslâm topraklarıdır. Anadolu’nun İslâmlaşması Raşid Halifeler döneminde başladı, Hz. Osman zamanında Ankara’nın doğusundan Azerbaycan’a kadar fetihler gerçekleştirildi. Emeviler zamanında İstanbul’un fethine teşebbüsler başladı. Daha o zaman Peygamber Efendimiz’in ilk muhatabı olan sahabe nesli hâlâ hayattaydı ve Ebu Eyyub el-Ensari İstanbul’a kadar gelmişti. Bu topraklar İslâm’la yoğrulmuştur, demek istiyorum. İslâm ahkâmına -en azından bazı mezheplere- göre bir defa İslâm’ın egemenliğine giren topraklar ebediyen İslâm yurdu olur ve öyle kalmalıdır.

Bir seferinde ben bu topraklara sonradan çöreklenen batıl nizamların bekçiliğini yapanlarla bizlerin durumunu “Biz hancıyız, onlar yolcu.” diye nitelendirmiştim. Bu toprakların her zaman için asıl sahipleri biz Müslümanlarız. Bu topraklara da dünyanın diğer toprakları gibi ancak İslâm’ın güzelliği yakışır. Bu topraklar üzerindeki insani ilişkilerden kültürel ilişkilere, ahlaki ilişkilerden siyasal ve sosyal ilişkilere kadar her şey ancak İslâm’la güzelleşir. İslâm’la ve İslâm’a göre olmayan hiçbir şey güzel değildir. İslâm’ın güzelleştirmediği hiçbir şey güzel olamaz, iyi olamaz. Orada kötülük daha yaygındır, daha münteşirdir, daha baskındır, daha galiptir. Sebebi ise İslâm’ın sahadan çekilmesidir. İslâm sahadan ne kadar çekilirse gel git misali kötülük ve şer de o kadar hâkim olur.

İmam-hatibi bitirmiştim ama Yüksek İslâm Enstitüsü sınavlarında başarılı olamadığım için o sene resmî tahsilime devam edemedim. Bir senem okulsuz geçti ama ben o bir seneyi Allah’ın lütfuyla çok güzel değerlendirdim ve dolu dolu geçirdim.

O dönemler İslâm’ın bireysellikten kurtarılması gerektiğini insanların yavaş yavaş anlamaya başladığı zamanlardı. Bu uyanış Türkiye’nin farklı yerlerinde Mardin’e göre daha erken başlamıştı, mesela komşu şehirlerimizden Diyarbakır’da Müslümanların birbiri ile organik bağları, buluşmaları, bir araya gelmeleri bizden daha erken başlamıştı. Yüksek İslâm Enstitüsüne giremediğim o bir senede Mardin’de de Müslümanların bir araya gelmeleri, konuşmaları, kitap okumaları başladı.

- İlgili Müslümanlarla konuşmak ve kitap okumak için toplanma mekânlarınız nerelerdi?

Ağırlıklı olarak evlerde bir araya gelirdik. Kimi zaman tefsir okurduk -o zaman meal okuma modası yoktu- kimi zaman aramızda Risale-i Nur talebesi varsa o kardeşimizle Risale-i Nur’dan dersler yapardık. O toplantılara gidenler arasında da -bu en azından Mardin’de böyleydi- yaş denkliği hemen hemen hiç aranmazdı. Ben yirmi yaşlarındaydım, 30, 35, 40, 60, 70 yaşlarında büyüklerimiz de vardı. Gençler olarak bizler de kendimizi ifade eder, görüş belirtir, kanaatlerimizi izhar ederdik.

Bir mekân ihtiyacımız vardı. Bunun için aramızdaki din görevlilerinin bir dernek kurmalarının uygun olacağı düşüncesi rağbet buldu. Din görevlisi olan birkaç kardeşimiz/ağabeyimiz bu derneği kurdu. Ardından bizimle birlikte henüz ikinci mezunlarını vermiş olan ve toplam mezunları 20 kişiyi aşmayan okulumuz mezunları olarak Mardin İmam-Hatip Mezunları Cemiyetini kurduk. Böylelikle Müslümanların resmî bir yapılanma çatıları altında faaliyetlerini yapmaları, kendilerini ifade etmeleri, organize olmaları sağlandı.

O zamana kadar evlerin dışında toplanma mahallerimizden biri de -daha önce bahsettiğim şekilde- Latifiye Camii’nin minaresinin altıydı, orada imam hatipte ve liselerde okuyan öğrencilere tahsis edilmiş bir oda vardı. Bizler oranın müdavimleri olduk.

Mardin’de İnekler Çarşısı diye bilinen çarşının baş taraflarındaki eski bir tekke, cami olarak kullanılmaya başlanmıştı. O caminin üst tarafındaki bir oda da Risale-i Nur öğrencileri tarafından “medrese” hâline getirildi. Çoğunlukla böyle yerlerde ve özel evlerde toplanırdık.

Sohbetlere devam mecburiyeti yoktu, imkânı olan herkes haftalık sohbetlere katılabilirdi. Davet edenler de genelde evli olanlardı. Sohbetlere Mardinli olmayıp Mardin’de memurluk yapan kimseler de katılırdı. Özellikle hava astsubayları arasında namaz kılan ciddi bir ekip vardı. Namaz kılma oranı diğerlerine göre yüksekti ve bunlar camiye üniformalarıyla birlikte açık açık gelip giderlerdi, Müslümanlarla oturup kalkarlardı.

Millî Selamet Partisi’nin kurulması ve iktidara gelmesi ile birlikte 1970’li yıllardan sonra seviyeli memurlar da tayin edilmeye başlandı. Veteriner müdürü, ziraat müdürü, orman müdürü gibi abiler şuurlu, musalli Müslümanlardı ve bunların evinde de dersler yapar olduk. Bu şekilde Mardin için de bir yenilik olan Müslümanlarla birlikte çalışma zemini yavaş yavaş yakalanıyordu. Risale-i Nur talebeleri de çok rahat bir şekilde gelebiliyordu, onların evine de gidebiliyorduk. Öğretmenler de vardı. Netice itibarıyla bizi ortak olarak birleştiren Müslüman olma paydasıydı. Bugün Müslümanların arzu ettiği, Müslümanların farklılıklarına rağmen bir arada olabilmeleri arzusunu biz o zaman (1970’li yıllarda) fiilen yaşamıştık.

- 1970’li yılların başında okuduğunuz kitaplar hangileriydi?

Seyyid Kutub, Mevdudi, Muhammed Hamidullah, Muhammed Ebu Zehra, Menna’ el-Kattan ve daha birçok İslâm âliminin eserleri tercüme ediliyor ve biz bunları alıyor, harıl harıl okuyorduk. O zamanın mütercimleri arasında hatırladıklarım -Allah rahmet eylesin-  Mustafa Mutlu, Mehmet Sait Mutlu, Hasan Beşer, Mustafa Varlı, Ali Arslan Hocaefendi vardı. Daha önce bahsetmiştim Yoldaki İşaretler’in ilk mütercimi fıkıh profesörü -Allah selamet versin-Abdulkadir Şener vardı. Saydığım bu isimler bizim için çok önemli, adeta vahada gölge gibi, su gibi eserleri tercüme ettiler.

Dinini bilmek, kimliğinin farkına varmak isteyen herkes gibi Yoldaki İşaretler benim için de çok önemli idi elbette. Bu kitabı tekrar tekrar okuduk, önemini daha çok anladık, onun üzerinde de nasip olursa bir değerlendirmem olur belki, inşallah.

Yine Seyyid Kutub’un İslâm’da Sosyal Adalet’i önemli eserlerden biriydi benim için. İslâm’daki sosyal adaletin ekonomik ve sosyal yönünden ziyade İslâm’a bütüncül bakışı beni çok etkilemişti. Şehit Seyyid Kutub İslâm’ın diğer sistemler ve diğer inançlarla bir hesaplaşmasının olması gerektiğini vurgulamanın yanında İslâm’ı bir bütünlük içerisinde ele alıyordu. Bu kitap ilk olarak bu yönüyle dikkatimi çekti ve beni etkiledi. Eser aynı zamanda fikrî ve ideolojik kavgaların her kademede cereyan ettiği o dönemlerde, bu kavgaya serinkanlı katkılarıyla bir nevi sahada olanlara -emsali diğer eserler gibi- soğukkanlı bir fikrî lojistik destek hatta cankurtaran simidi mahiyetinde idi.

Muhammed Kutub’un bu sahada çok önemli gördüğüm iki tane kitabı var. Bunlardan biri 20. Asrın Cahiliyeti adını taşıyordu. Daha önce aynı eserin -yanılmıyorsam Hasan Beşer tarafından yapılmış- tercümesini gördüğümü ve almayı çok arzu ettiğim hâlde imkânsızlıktan alamadığımı iyi hatırlıyorum. Sonra -Allah ikisine de rahmet eylesin- Ali Yakup Cenkçiler Hoca ile Osman Öztürk Hoca beraber tercüme etmişlerdi. Ali Yakup Cenkçiler Hoca’nın hem ilmî birikimi hem kültürel aktüel birikimi 20. Asrın Cahiliyeti’ni çok iyi anlayıp çok iyi tercüme edecek seviyedeydi.

Bu kitap da bana batıl ve çağdaş düşüncelerle, felsefelerle hesaplaşmamız gerektiğini öğretti. Müslümanların çağındaki hâkim düşüncelerle mücadele etmesinin gerekliliği üzerinde durmanın yanında bu cahili düşünce ve ideolojilere güçlü eleştiriler de yöneltiyordu.

20. Asrın Cahiliyeti kitabında Muhammed Kutub bizlere Freudçuluk’la, Marksizm’le, laisizmle, Darwinizm’le hesaplaşmayı öğretti. Bu akımlar o gün için okullarımızda ve okul dışındaki fikrî hayatımızda yani fikrî tartışma ortamlarında karşımıza çıkan etkili alanları azımsanmayacak kadar yaygın akımlardı.

Marks tarihsel tekâmülü, materyalist tekâmülü anlatırken Darwin de bir manada materyalist tekâmül anlayışına alt yapı oluşturacak, ona destek olacak şekilde “türlerin tekâmülü”nü anlatıyordu. İkisinin de ortak tarafı bir yaratıcıdan bahsetmeyişleriydi. Yani eşya, tabiat ve türler bir tekâmül -ifade yerindeyse bir öz enerji- sayesinde o hâllere geldi demeye getiriyorlardı. Yani en iyi ihtimalle kâinata karışmayan, hayata karışmayan, hayatla hiç alakası olmayan (bir ifadeyle deizmin türlerinden biridir bu) bir rabbin varlığını kabul ediyorlardı. 14 asır öncesinde Mekke müşriklerinin kabul ettiği gibi.

Muhammed Kutub’un 20. Asrın Cahiliyeti eseri bu yönüyle çok dikkatimi çekmişti çünkü bizim açımızdan onun yaptığı ciddi bir hesaplaşmaydı. Bunun bizim için kültürel hayatımızla, daha önce bahsetmiş olduğum Marksist hocalarla öğrencilerle ilişkimizin daha şuurlu bir zemine oturması açısından ciddi bir önem taşımıştı. Sanırım o dönemde en az iki defa okudum.

Muhammed Kutub’un o dönemde tercüme edilen ikinci en önemli eseri kanaatimce -Ali Özek tercüme etmişti- İslâm’ın Etrafındaki Şüpheler kitabıdır. Marksizm’in İslâm için kullandığı ithamlardan biri feodalizmdir, (daha sonrası tekâmül eden anlayışa göre) Asya Tipi Üretim Tarzı’dır. Bu anlayışa göre İslâm’da ağalık var, İslâm’da kadınların ezilmesi var, kölelik var… Muhammed Kutub bütün bu ithamlara son derece soğukkanlı ve ilmî bir usul ile kitabında cevap veriyordu.

Bir diğer eser -o zamanki gençlik ruhumuzla, galeyanımızla, coşkumuzla örtüşen- Muhammed Kutub’un Biz Müslüman mıyız eseridir. Daha sonra o kitabın Arapçasını bana arkadaşım İbrahim Sarmış hediye etti ve ben de Arapçasından bir daha okudum. O kitap bizlere gerçekten tekrar Müslüman olarak İslâm’ı yeniden keşfetmemiz gerektiğini ve onu hâkim kılma projesine ihtiyacımız olduğunu hatırlatıyordu.

O dönemde Ebu’l-Hasan en-Nedvi’nin Yeniden İslâm’a isimli kitabı da yayımlanmıştı. Onu okudum. Çok harika makalelerden derlenmiş müstesna bir kitaptı. Şu anda bile fırsatım olsa zevkle okurum ve tavsiye ederim. Biz ifade yerindeyse medeniyet olarak bir nevi ölüm kertesine gelmiştik, cenaze olmak üzereydik. Yeniden ayağa kalkmamız, dirilmemiz gerektiğini bu kitaplardan öğreniyorduk. Rabbim hayırlı ömürler versin1 Sezai ağabeyin “diriliş” kitapları da sanırım böyle bir arka planın ve böyle bir felsefenin eseriydi. Onun yazdığı İslâm’ın Dirilişi, Ruhun Dirilişi gibi eserler de bu dirilişin Sezai ağabeyin zihnindeki bir felsefesini ifade ediyor.

Merhum Seyyid Kutub İslâm’da Sosyal Adalet kitabında İslâm’ın toplu ve bütüncül olarak esaslarını çok güzel bir şekilde ortaya koymuştu. Ama bir de bunun kurumsal olarak ihatalı bir şekilde ana hatlarıyla anlaşılması gerekiyordu. Muhammed Hamidullah’ın eserleri bu alana yönelikti. O zamanlar Merhum Kemal Kuşçu, Muhammed Hamidullah’ın eserlerini çokça tercüme etmişti. Hamidullah’ın İslâm’a Giriş kitabının tercümesi, Ahmet Sait matbaasında basılmış, yanılmıyorsam Çantay Kitabevi2 tarafından yayımlamıştı.

Muhammed Hamidullah’ın İslâm’da Devlet İdaresi kitabını okudum, o da bana farklı bir ufuk açtı. Benim daha sonra kitabıma verdiğim isim olan İslâm’da Devlet Yapısı çerçevesinde bilgi vereceğini zannetmiştim. Meğer kitap İslâm fıkhında siyer ve cihat bahsi diye bildiğimiz devletlerarası hukuku konu alan bir kitaptı. O kitap bize çağımızda düzeltilmesi gereken sayılamayacak kadar çok meselenin olduğunu gösterdi. Çözülmesi gereken pek çok mesele vardı çünkü İslâm dünyaya hâkim değildi. 1970’li yılları dikkate alacak olursak fiilî olarak İslâm hâkimiyetinin üzerinden yaklaşık elli yıl geçmişti. Biz bu tasfiye sürecini Abdülhamid’in tahttan indirilişine hatta Tanzimat’a kadar götürecek olursak İslâm hayatın her alanından yüz elli yıldır yavaş yavaş çekilmişti.

Muhammed Hamidullah’ın İslâm’da Devlet İdaresi kitabını okuyunca anladım ki İslâm, dünya ile alakası olmayan sadece belli bir coğrafyada ve zamanda egemen olmakla yetinen bir din değilmiş. Aksine İslâm bu egemenliğini sürdürürken çevresinde olup bitenle ilgili olması gereken bir din. Defalarca siyer okursunuz ama bu dikkatinizi çekmeyebilir. O kitap son derece ilmî ve fevkalade ayakları yere basan bir kitaptı.

Siyer demişken Hamidullah Hoca merhumun İslâm Peygamberi adlı eserini anmadan geçmek kolay değil. Bu eserini iki ana bölüm hâlinde telif etmişti. Birinci bölümünde Efendimiz’in hayatını oldukça ilmî ve seviyeli bir şekilde anlatırken “Eseri” başlığı altında verdiği ikinci bölümünde Kur’ân’ın nebevî sünnet pratiğinde ve Efendimiz’in irşatlarıyla hayata nasıl geçirildiğini ve süreç içerisinde müesseseleriyle dinin kemalinin kıyamete kadar geçerli olmak üzere pratiğe nasıl aktarıldığını ortaya koymaktadır. Çağımızda “fıhu’s-sîre” adında yazılmış eserlerin en güzel örneklerinden birisidir.

Muhammed Hamidullah’ın sonraları Yüksek İslâm Enstitüsünde saatlerce konferansını dinlemek nasip oldu. Adeta gelecekte devlet olmaları hâlinde Müslümanlara nelerin lazım olacağının malzemesini eserleriyle ortaya koyuyordu. Muhammed Hamidullah o çalışmasını, İslâm’da Devlet İdaresi adıyla yayımlanan eserini, ortaya koyduğu sıralarda Pakistan kuruluş yıllarındaydı. Hocaya daha uzun zaman öğrencilik yapmış olanlar, mesela muhterem Yusuf Ziya Kavakçı, Hamidullah Hoca’nın bu gibi çalışmaları niçin yaptığını daha iyi bilebilirler. Benim tahminim; o zamanlar Pakistan büyük bir İslâm devleti olarak ortaya çıkma arifesindeydi ve Muhammed Hamidullah -Mevdudi ve benzeri ilim, fikir ve dava adamlarını da katabiliriz- buna ilmî bakımdan bir zemin hazırlamak maksadıyla İslâm’da Devlet İdaresi kitabını hazırlamış olabilir.

Batı’nın İslâm toprakları üzerinde oynadığı oyunlarda birer piyon rolü oynayan yerli müstağrip ve müteferniclerin3 etkisiyle Pakistan’ın kuruluş hedefinden saptırılması üzerine Muhammed Hamidullah Hoca’nın ülkesine dönmediği şeklinde bir kanaate sahibim. Bunu tahkik etmeye fırsatım olmadı. Ama ona öğrencilik yapmış olan İhsan Süreyya Sırma Hoca ya da Ankara İlahiyat Hadis Kürsüsünden Emekli İbrahim Hatipoğlu Hoca bu konuyla ilgili daha özel bilgiye sahip olabilirler.

Velhasıl Muhammed Hamidullah Hoca’nın kitapları da bizim için ciddi bir malzeme oluyordu.

Bireysel okumalarımı yaptığım o yılda çeviri olmasına rağmen bilhassa Seyyid Kutub’un harika üslubunu çok beğenmiştim ve mutlaka bu meseleleri kendi dilinde daha harika anlatmıştır diye düşündüm. Diyarbakır’da ve Mardin’in Kızıltepe ilçesinde Arapça kitap satan yerler vardı. Kendim gidemediğim zamanlarda gerek Diyarbakır’a gerek Mardin’e gidip gelenlerden özellikle Seyyid Kutub’un hangi kitabını bulurlarsa alıp getirmelerini istiyordum. Bir kardeşimiz yanılmıyorsam Kızıltepe’den Seyyid Kutub’un muhtemelen kendi çocukluk hayatını anlattığı ve Türkçeye Köyden Bir Çocuk adıyla çevrilen Tıflun Mine’l-Karye kitabını getirmişti. Küçük bir kitaptı ama oradaki tasvirlere ve anlatımlara gerçekten bayılmıştım. Kitapta, yemekten başka hemen hemen dünya ile hiçbir alakası kalmamış hocaefendilerin yemek yemelerini öyle bir tasvir ediyordu ki, size Müslüman din âliminin, önderinin görüntüsünün bu olmaması gerektiği mesajını veriyordu.

Sonradan -Allah selamet versin Bekir Karlığa Hocamız- önce Akif Nuri ismiyle sonra da kendi ismiyle İslâm Düşüncesi kitabını tercüme etti. Seyyid Kutub’un Hasaisu’t-Tasavvuri’l-İslâmî ve Mukavvimâtuh yani İslâmi Tasavvurun/Kuramın Özellikleri ve Esasları isimli bir kitabı var. Muhammed Kutub’un bu kitap için “Seyyid Kutub’un en baş ve en önce anlaşılması gereken kitabı” şeklinde bir ifadesi var. Seyyid Kutub bu kitabın birinci cildini yazıyor ve yayımlıyor, ancak kitabın ikinci cildi müsvedde hâlinde iken şehit ediliyor. Bu müsveddeler uzun zaman kayıp hâlde kalıyor, sonradan bir vesile ile kardeşi merhum Muhammed Kutub’un eline geçiyor. İkinci cildi olabildiği kadar toparlıyor, son iki bölümün ise sadece özet olarak müsveddelerini bulabiliyor, Muhammed Kutub son iki bölümü özet olarak da olsa yayımlayayım diyor. O kitabın ikinci cildini 1985 ya da 1986 yılında ben tercüme ettim.

O kitabı okuyunca İslâm’da Sosyal Adalet kitabındaki İslâm’ın genel perspektifini yapılandırmaya çalışan anlayışın burada çok daha sağlam temellere dayandırılarak ortaya konulduğunu gördüm. Kitabın hem Arapçası hem de anlatım gücü beni büyüledi. Doğrusunu isterseniz o zaman için Seyyid Kutub’dan okuduklarımın hepsini anlamam için gerek Arapçam gerekse tefekkür seviyem yeterli miydi, bilemiyorum. Fakat anladığım kadarı ile bile kitap İslâm düşüncesi hakkında bizde kuramsal olarak bir fikir, bir kanaat oluşturuyordu. Tevhit ve rabbanilik meseleleri ile alakalı yazdıkları beni çok etkilemişti.

Bu dönemde Mevdudi’nin kitapları da tercüme ediliyordu. Mevdudi’nin tercüme edilen birçok kitabını okumuştum, bunların arasında beni en çok etkileyeni -Allah sağlık afiyet versin- Halil Gönenç Hocamızın tercüme ettiği İslâm Davetçilerine kitabı oldu. İslâm Davetçilerine kitabını yirmili yaşlarda bir gencin okuduğunu düşündüğünüz zaman gerçekten insanın kanını tutuşturuyor, insanı galeyana getiriyor, yerinizde duramıyorsunuz. Tercümesi belki Mevdudi’nin üslubunu tam verememişti ama o hâliyle bile kitap oldukça etkileyiciydi.

İslâm’a dair ilmî ve fikrî okumalarımızın hülasası bizde derinliğine ve kapsamlı bir şekilde fıkhî manada incelikleri değil ama yapısal olarak İslâm’ı esaslarıyla derinliğine ve etraflı bir şekilde anlama, kavrama imkânını vermişti. Bu bakımdan çok şanslı olduğumuzu kabul ediyorum. Çünkü böylelikle biz İslâm’ı; hayatla herhangi bir alakası, irtibatı bulunmayan bireysel ölçekler içerisinde yaşanan bir dinden ibaret görmeme imkânını -bir dereceye kadar dahi olsa- elde edebilmiştik.

Daha önce bahsetmiştim zannedersem, medrese bitirmiş Cemaleddin Saylık isminde bir arkadaşımız, daha doğrusu kardeş kadar yakınımız vardı. 1970’li yıllarda Mevdudi’nin Kur’an-ı Kerim’de Dört Terim kitabını bu arkadaşımız tercüme etti, bir başka arkadaşımız da Türkçe olarak yazdı. O tercümeden bizler istifade ettik fakat sonradan o tercümeyi yayımlamak kısmet olmadı. Ama o kitabın Arapçasını okuduk.

Bu bir sene içerisinde çağdaş bir ilim, fikir ve davet adamı olarak Merhum Süleyman Nedvî’yi de bir kitabı vesilesiyle tanımak fırsatını buldum. Süleyman Nedvi, Ebu’l-Hasan en-Nedvî’den yaşça daha büyüktü ve Nedvetü’l-Ulema başkanlarından biriydi, Mevlana Şiblî’nin yaşça yakını veya akranı diyebileceğimiz bir âlimdi.

Hayır, bu akrabalık değil. Nedvîlik, Nedvetü’l-Ulema diye bilinen Hindistan Âlimler Meclisi adında güçlü bir akademidir. Mevlana Şiblî ve Süleyman Nedvî bunun üniversite ayarında çok güçlü bir kurum olmasını sağladı. Oradan mezun olanlara Nedvî deniliyor. Nedvîlik bir aile unvanı veya bir soyadı değil. Nedvîlik, İTÜ’lü, Boğaziçili dememiz gibi bir mensubiyettir. İsimlerinin sonunda Nedvî gördükleriniz Nedvetü’l-Ulema denilen o muhteşem ilim ve eğitim kurumundan mezun olmuş olanlar demektir. Bazı kitaplarda Nedevî diye de yazılır, oysa Nedvetü’l-Ulema’nın müntesibi anlamında Nedevî gelmez, Nedvî olması lazım,  Nedvî yazanlar doğru yazanlardır.

Gerçekten orada Müslümanların yüz akı denilebilecek, son derece itidalli, doğru, şuurlu, ayakları yere sağlam basan, dünya ile alakaları, dünyaya bakışları ve değerlendirmeleri açısından oldukça seviyeli Müslüman ilim adamları yetişti.

Süleyman en-Nedvî’nin Risaletü’l-Muhammediyye isimli on konferanstan müteşekkil harika bir kitabı vardı. Biz o kitabı Cemaleddin kardeşimizle birlikte tercüme etmeye başlamıştık. Yine yöntem aynı idi, kendisi okuyor, Türkçesini söylüyor, ben yazıyordum, bazen bunun yerine şunu, şunun yerine bunu yazalım şeklinde görüş alışverişlerimiz de oluyordu.

Değerli Cemaleddin Saylık, bir ara Bağdat’ta din ataşeliği yaptı. Daha sonra Mısır’da bulundu, dış işlerinde de çalışmışlığı var. Ankara’da yanılmıyorsam Devlet Lisan Okulunda Arapça hocalığı da yapmıştır. Arapçası ve Türkçesi güzeldi, anlayışı berrak bir kardeşimizdi. Ayrıca imam-hatipte iken cumartesi pazar günleri gelir bize Arapça dersleri verirdi. Birkaç kişi toplanıyorduk, ondan ders alıyorduk. İmam-hatipte benden sonraydı, benim o manada hocamdır. Hasan El-Benna Sempozyumu’nda -hatırımda yanlış kalmadıysa- bir selamlama konuşması da yapmıştı.

Süleyman en-Nedvî’nin Risaletü’l-Muhammediyye isimli kitabını okuyup tercüme ederken kötü haberi aldık, bir hocamız bu kitabın tercüme edildiğini ve Diyanet Yayınları arasından kitabın yayımlandığını söyledi. Gerçekten de kitap iyi bir mütercim olan Osman Keskioğlu tarafından -Allah rahmet eylesin- tercüme edilmişti. Ama kitap Hz. Muhammed Hakkında Konferanslar ismiyle yayımlanmıştı. Gerçekten Osman Keskioğlu iyi bir mütercimdi, epey kitap tercüme etmişliği vardır. Muhammed Ebu Zehra’dan İmam Ebu Hanife’yi, zannedersem İmam Şafii’yi de o tercüme etmişti. Bunlardan başka tercüme ettiği başka güzel ve ciddi eserler de var. …

Dipnotlar:

1- Bu sohbet yapıldığı tarihte hayatta idi. Rabbim gani gani rahmet eylesin.

2- Hasan Basri Çantay’ın oğlunun yayınevi. Biz 70’li yıllarda Yüksek İslâm Enstitüsünde öğrenci iken Laleli’de Koca Ragıp Paşa Kütüphanesinden birkaç dükkân yukarıda Çantay Kitabevi vardı.

3- Cemil Meriç’in ifadesi ile Frenkleşmiş olanların yani gâvurlaşmış olanların nazik bir şekilde ifadesidir. Onun kitaplarında okuduysanız mutlaka görmüşsünüzdür.

Röportaj Haberleri

Suudi Arabistan'da İslam, sekülerleşme ve Bin Selman reformları
“Filistin özgürleşmediği sürece, bu travma asla geçmeyecek”
Netflix abonelerine yalnızca eğlence değil "politik görüşlerini" de satıyor
Nazmul İslam: Bangladeş’te devrim bir süreç esas mesele şimdi başlıyor!
"Sinvar’ın yolunu sürdüreceğiz"