Lübnan’da Neler Oluyor?

​​​​​​​Daha 2006’larda evlerini-dükkânlarını Hasan Nasrallah posterleriyle donatan Ortadoğu’daki geniş Sünni kesimler, bugün ABD ve İsrail’i İran karşısında “ehven-i şer” olarak görmeye başlamışsa, bunun sebeplerine de kafa yormak gerekir.

Taha Kılınç, Yeni Şafak gazetesindeki yazısında Lübnan’da Saad Hariri’nin istifası sonrası Suudi Arabistan’a gitmesi ve Lübnan’da başlayan İran (Hizbullah) ile Suudi Arabistan’daki restleşmelerin arka planını irdeliyor:

Lübnan’ın önemli gazetelerinden el-Ahbâr’ın 6 Kasım tarihli manşeti tek kelimeden oluşuyordu: Rehine. Kapakta müstafi Başbakan Saad Hariri’nin boydan bir fotoğrafı vardı, tam karşısında da küçük bir karede Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman. Hizbullah’a yakınlığıyla bilinen gazetenin vermek istediği mesaj, gayet açıktı. Hariri, Suudiler tarafından Riyad’da rehine olarak tutuluyordu.

Gerçekten de, Riyad’a yaptığı resmi ziyaret sırasında, geçtiğimiz cumartesi günü aniden istifasını açıklayan Saad Hariri, o günden bu yana ülkesine dönmedi. Rehine tutulduğu algısını güçlendiren bu durum, Hariri’nin, aynı gün gözaltına alınan Suudi prenslerle ve milyarder işadamlarıyla birlikte alıkoyulduğuna dair haberlerle daha da karmaşık bir hal aldı. Sonraki günlerde Suudi Arabistan Kralı Selman ve Birleşik Arap Emirlikleri Veliaht Prensi Muhammed bin Zâyed’le görüşen Hariri’nin hâlen Riyad’da bulunduğu biliniyor.

İstifasını duyururken hayatının tehlikede olduğunu ve 14 Şubat 2005’te Beyrut’ta öldürülen babası Refik Hariri gibi suikasta kurban gitmekten korktuğunu belirten Saad Hariri, İran’ı bölgeyi istikrarsızlığa ve kaosa sürüklemekle suçladı. Geçen yıl Hizbullah’ın desteğiyle başbakanlık koltuğuna oturan ve Lübnan’ın iç dengelerini gayet iyi bilerek bu makama gelmeyi kabul eden Hariri’nin İran’ın bölgesel faaliyetleri hakkında yeni uyanırmışçasına konuşması ilginç. Dahası, Lübnan gibi bir ülkede babasının akıbetine uğrama ihtimali her zaman vardı; bunu da ‘aniden’ fark etmiş olamaz. Tüm bunlar, Hizbullah’ın “Hariri, Suudi Arabistan tarafından zorla istifa ettirildi” iddiasını güçlendiren hususlar.

***

1930’larda Fransızların oluşturduğu siyasal iskelet gereği, Lübnan’da cumhurbaşkanı Marunî Hıristiyanlardan, başbakan Sünni Müslümanlardan, meclis başkanı da Şii Müslümanlardan seçiliyor. Oluşturulan statükonun bozulmaması için 1932’den beri nüfus sayımının bile yapıl(a)madığı Lübnan’ın bu kaotik siyasal yapısı, ülkeyi dış müdahalelere açık hale getiriyor. Fransa başta olmak üzere Batılı ülkeler, Suudi Arabistan’ın başını çektiği bölgedeki Sünni ülkeler ve İran, Lübnan’ın iç yapısına durmaksızın müdahale ediyor. İran, Hizbullah’ı maymuncuk gibi kullanırken, Suudilerin Lübnan sahnesindeki Truva atı ise Hariri ailesi.

ABD’nin yönlendirmesiyle ve rehberliğiyle bölgedeki etkinliğini artırmak için hamle üstüne hamle yapan Suudi Arabistan’ın karşısında, yine bölgesel etkinliğini artırmak için Lübnan’a, Suriye’ye, Irak’a, Yemen’e.. müdahale eden bir İran var. Bölgedeki mevcut kaosun nedenlerini konuşurken, sadece “ABD’nin kuklası yönetimler”i değil, İran’ın kendi hegemonyası için attığı adımları da dile getirmek gerekiyor. Lübnan devletinin (ordu, bürokrasi, istihbarat) kılcal damarlarına kadar yayılmış olan Hizbullah ve İran etkisini vurgulamadan, sadece Suudilerin dışarıdan duruma müdahil oluşunu dile getirmek, meseleyi eksik (ve yanlış) yorumlamak olur.

Daha 2006’larda evlerini-dükkânlarını Hasan Nasrallah posterleriyle donatan Ortadoğu’daki geniş Sünni kesimler, bugün ABD ve İsrail’i İran karşısında “ehven-i şer” olarak görmeye başlamışsa, bunun sebeplerine de kafa yormak gerekir. Sorunun cevabı sadece “mezhepçilik” değildir. Suriye’de İran-Rusya-Hizbullah cephesi eliyle can veren siviller ve harabeye dönen şehirler, İran’ın hanesine kara bir leke olarak yazıldı. Bölge bugün İran’a ve Hizbullah’a yapılacak Batı müdahalesine psikolojik olarak hazırlandıysa, İran’ın “Nerede hata yaptık?” sorusunu sorması ve hata yapmakta artık Suudi Arabistan’la yarışmaması gerekir.

Şu anda Yemen, bu hata yarışının acıklı bir tablosu olarak İslâm dünyasının karşısında duruyor. Kolera salgınından açlığa, Yemenliler ‘kendileri adına’ savaşanların masa başında verdiği düşüncesizce kararların acısını çekiyor. ABD’den aldığı silahla Yemen’i bombalayan Suudi Arabistan’ın karşısında, Hûsî milisleri Rus silahlarıyla donatan İran duruyor. Vebali konuşurken, sorumluluğu iki tarafa da paylaştırmak şart.

***

Suriye’den Irak’a, Lübnan’dan Yemen’e bölgeyi düşününce, ‘rehine’ sözcüğünü belki sadece Saad Hariri için değil, Ortadoğu’nun birçok siyasi hareketi ve aktörü için de kullanmamız gerekir. “Vekâlet savaşları” olarak özetlenen mevcut süreçler, birbiriyle direkt şekilde savaş(a)mayan ülkelerin vekilleri eliyle uydu ülkeleri karıştırdıkları, bunu yaparken de dış aktörlerden destek aldıkları, can veren masum sivil sayılarının sadece istatistiksel anlamda değer taşıdığı, kalpleri ve vicdanları körelten bir döneme de işaret ediyor.

Rehine, aslında bu anlamda hepimiziz. Bölgemiz ve halkları, içeriden ve dışarıdan rehin alınmış durumunda. Devletlerin, hükümetlerin ve silahlı örgütlerin vicdanları hiçe sayan kalkışmaları, hepimizi esir ediyor: Akıllarımızı, vicdanlarımızı, kelimelerimizi, sözlerimizi…

***

Tüm bunlarla yakından bağlantılı olarak, Suudi Arabistan’da yaşanan tasfiye süreci, önümüzdeki yazının konusu olsun. Manzara epey netleşti, yapbozun parçaları büyük oranda tamamlandı çünkü.

 

Lübnan Haberleri

İşgal rejimi Lübnan'ın güneyinde evleri hedef alarak ateşkesi ihlal etmeyi sürdürdü
Fanatik siyonistler Lübnan topraklarına yerleşmeye çalışıyor
İşgal ordusu Lübnan ile olan ateşkesi ihlal etmeyi sürdürüyor
BMGK, BM'nin Golan Tepeleri'ndeki Ateşkes Gözlem Gücü'nün görev süresini 6 ay daha uzattı
DSÖ: Ateşkese rağmen Lübnan'daki sağlık sistemi büyük zorluklarla karşı karşıya