Yıldıray Oğur / Karar
100 yıldır gereği yerine getirilememiş Lozan’ın gizli olmayan iki maddesi
Bugün 24 Temmuz 2023. Dün gece 24.00’den itibaren Lozan Anlaşması 100’üncü yılını doldurdu. Yani milyonlarca insanın inandığı komplo teorisi doğruysa Lozan miadını tamamladı, Lozan’ın gizli protokolleri de artık yok.
Yani özetle; Türkiye artık bağımsız bir devlet. Bütün zincirlerimizden kurtulmuş haldeyiz. Topraklarımızı kazıp altındaki bütün madenleri çıkarabilir, istersek çıkarmayıp üstüne millet parkı yapıp üstünde yatıp yuvarlanabiliriz. Çok istersek Medeni Kanunu kaldırıp, Mecelle’ye dönebilir, faizi sıfırlayıp, doları yasaklayabilir, bütün büyükelçileri gönderip, Boğaz’ın giriş çıkışını Bizanslılar gibi demir zincirlerle kapatabiliriz.
Yani canımız ne isterse onu yaparız, artık kimse bize karışamaz.
Ama kimse bundan o kadar da heyecanlanmış görünmüyor.
Hatta tam tersine hükümetimiz 100 yıldır kurtulmayı beklediğimiz zincirlerimize sarılıyor tekrar.
AB sürecini yeniden canlandırmak istiyor, ekonomide rasyonelliğe dönüş adına faizleri tekrar yükseltiyor.
Yoksa Lozan sürüyor mu?
...
Batılı ülkelerin Türkiye üzerinde oyunlar oynadığı, işi gücü bırakıp sürekli Türkiye ile uğraştığı, artık Güldür Güldür Show’a düşmüş, herkesi kahkahalara boğan kötü bir şakadan mı ibaret?
Aslında 100 yıl önce her şey bu kadar da komik değildi.
Lozan’a giderken Türkiye’ye düşmanlık eden, içişlerine karışan, çifte standart uygulayan bir Batı vardı.
İşi gücü bırakıp sabahtan akşama kadar Türkiye ile yatıp kalkmasalar da Türkiye önemli bir dertleriydi. Bu yüzden İngiliz dışişleri bakanı işini gücünü bırakıp haftalarca Lozan’da Türkiye’nin küçücük adalarıyla, sınırlarıyla, ahalisinin etnik kökenleriyle uğraşmıştı.
Bunlar ne hamasetti, ne ideolojik önyargıydı, ne de seçim kazanmak için uydurulmuş korkulardı. Sahiden bir beka meselesiydi Lozan.
Masada sadece Türkiye’nin toprakları yoktu, insanları da vardı. Ve Batılı ülkelerin masaya getirdiği insanlar sadece gayri-Müslim azınlıklar da değildi.
Türk heyetinin ikinci başkanı Dr. Rıza Nur, Lozan’da masada en çok neyin kavgasını verdiğini hatıratında yazmıştı:
“Frenkler ekalliyet diye üç nevi biliyorlar: Irkça ekalliyet, dilce ekalliyet, dince ekalliyet. Bu, bizim için gayet vahim bir şey, büyük bir tehlike. Aleyhimize olunca şu adamlar ne derin ve ne iyi düşünüyorlar… Irk tabiriyle Çerkez, Abaza, Boşnak, Kürt gibi kardeşlerimizi, Rum ve Ermeni’nin yanına koyacaklar. Dil tabiri ile Müslüman olup başka dil konuşanları da ekalliyet yapacaklar. Din tabiri ile halis Türk olan bazı Türkmen boylarını da ekalliyet yapacaklar… Yani, bizi hallaç pamuğu gibi dağıtıp atacaklar. Bu taksimi işittiğim vakit tüylerim ürperdi. Kıllarım sanki birer kazık oldu. Bileklerimi sıvadım bütün kuvvetimi bu tabirleri kaldırmaya verdim. Pek uğraştım, pek müşkülat ile fakat kaldırdım.”
İnönü de Lozan’dan yıllar sonra verdiği bir röportajda benzer bir vurgu yapmıştı:
“Sevr Muahedesi ile Kürtler, Türkler gibi kendi vatanlarını tehlikeye maruz gördüler. Çünkü Sevr Muahedesi hükümlerine göre, Doğu Anadolu’da Ermenistan hududu bitişiğinde bir Kürdistan devleti kurulacaktı. Kürtler, Türk vatanının kendileriyle beraber, bilhassa doğuda, Ermeni tehlikesine maruz kalacağını biliyorlardı. Milli Mücadelenin devamınca canla başla beraberlik gösterdiler. Sonra Lozan Muahedesi yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır. Kürtler Ermeniler gibi Lozan’a gelip bize müracaat etmediler. Hatta biz Lozan’daki konuşmalarımızda milli davamızı ‘Biz Türkler ve Kürtler’ diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik.”
Bu müdafaayı yaparken İnönü’nün Lozan’da Kürtler hakkındaki iltifatkar sözlerinin bir benzerini Cumhuriyet’in 100 yıllık tarihi içinde Kürtler bir daha hiçbir devlet yöneticisinden duymadılar.
Belki çözüm sürecinde Erdoğan buna biraz yaklaşmış olabilir:
“Yüzyıllardır bu iki halk, soy, inanç, özlem ve töre bakımından olduğu kadar, gelenek ve görenek bakımından da ortak bağlarla birleşmiş olarak tam bir uyum içinde yaşamaktadırlar; Kürtlerin kendi istekleriyle Türk yönetimi altına geçtiklerini ve kaderlerini Türkiye’nin kaderine bağladıklarını göstermektedir.”
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir; çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisine girmiştir ve Türk temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar.”
“Yurttaşlık haklarını ve yetkilerini kapsamayacak olan ve sözde özerk bölgelerin halklarına tanınacağı söylenen haklar, Kürt soyu gibi üstün bir soyu hiç tatmin etmeyecektir”
“Kullanılan ad ne olursa olsun, gerçekte bir sömürge olacak bir ülkede, yabancı bir devletin uyruğu durumuna geçmek üzere, şimdiki durumunu değiştirmek isteyecek tek bir Kürt bile yoktur.”
Ama Musul masaya gelince ve Musul’daki çoğunluğu Kürtlerin oluşturduğu tezi İngilizlerin Musul’u Türkiye’ye vermemek için temel tezi olunca aynı İnönü bu kez, ‘inkar’ın da ilk örneklerini de vermişti:
“Kürt halkının İran kökenli olduğu söylendi. Bu iddia Kürt halkının kökeninin Turanî olduğunu teslim eden Encyclopedia Britannica ile çelişmekte ve dahası Türk delegasyonunun tezini doğrulamaktadır.”
Encyclopedia Britannica’daki Kürdistan maddesini yazan ve 1895’te ölen Rawlinson adlı bir İngiliz diplomatın, ansiklopedinin dokuzuncu baskısında yer alan ve sonraki baskılarında değiştirilen tezi, Türk tarafı için İngilizlere, İngiliz ansiklopedisiyle cevap verme fırsatı olmuştu.
İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon bu teze biraz da dalga geçerek cevap vermişti:
“Kürtlerin Türk olduğunu tarihte ilk kez keşfetmek, Türk delegasyonun kaderine yazılmış anlaşılan. Hiç kimse daha önce bunu keşfedememişti… İsmet Paşa notlarından birinde onların Turan kökenli olduklarını söyleyip bir kaynağa atıf yaptı, ancak bu görüş bu alandaki otoriteler tarafından ve hatta gerçekte bildiğim kadarıyla başka herhangi biri tarafından paylaşılan bir görüş değildir.”
Lozan’daki hayati Kürtler, özerklik ve Musul tartışmaları Ankara’da da yakından izleniyordu.
Konferans devam ederken 16-17 Ocak 1923’te İzmit’te gazetecilerle buluşan Mustafa Kemal de İngiliz tezlerine şöyle itiraz etmişti:
“Kürt meselesi; bizim, yani Türklerin menfaatine olarak da katiyen söz konusu olamaz. Çünkü malumuâliniz bizim milli sınırımız dahilinde mevcut Kürt unsurlar o surette yerleşmiştir ki, pek sınırlı yerlerde yoğunluğa sahiptir. Fakat yoğunluklarını kaybede ede ve Türk unsurlarının içine gire gire öyle bir sınır hasıl olmuştur ki, Kürtlük namına bir sınır çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek lazımdır. Faraza, Erzurum’a kadar giden, Erzincan’a, Sivas’a kadar giden, Harput’a kadar giden bir sınır aramak lazımdır. Ve hatta, Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de nazarı dikkatten hariç tutmamak lazım gelir. Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise, bizim Teşkilatı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade lazımdır. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait mesele çıkarmaları daima varittir. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi hem Kürtlerin ve hem de Türklerin salahiyet sahibi vekillerinden meydana gelmiştir ve bu iki unsur bütün menfaatlerini ve mukadderatlarını birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki, bu müşterek bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olamaz.”
İngiliz bakan Curzon, Türk tarafının “Kürtler zaten TBMM’de temsil ediliyor” savunmasına da cevap vermişti:
“Ankara’daki Kürt milletvekilleri konusuna gelince nasıl seçildiklerini merak ediyorum. Genel oyla seçilen bir tane milletvekili var mı? Dile düşmüş olduğu gibi bunların hepsi atanmış adamlar ve bazıları Meclis’in çalışmalarına katılamamaktadırlar bile, zira dili [Türkçe] bilmiyorlar. Bu nedenle Türklerin, Meclis’te Kürtlerin temsil edildiği iddiasına çok da ehemmiyet yüklenmemelidir.”
Bu sözler hızla Ankara’ya ulaştı ve Meclis’ten büyük tepki sesleri yükseldi. Özellikle Kürt mebuslar Lord Curzon’a protesto telgrafları çektiler.
Onlardan biri olan Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Bey, 25 Ocak 1923 günü kürsüye çıkarak Lord Curzon’a cevap verdi:
“Lord Curzon’un hak ettiği cevabı vermek için bakışlarınızı biraz eski günlere çevireceğim. … 16 Mart olayı meydana gelmiş, ölü Osmanlı İmparatorluğu bir yıkım kargaşalığı içinde çırpınıyor. Wilson’un belli projesi hâlâ ulusları aldatacak bir değer taşıyor. Avrupa’nın siyaset elçileri hâlâ uluslara hak, hukuk verileceğinden sözedip duruyorlardı. İşte o günlerde Büyük Millet Meclisi toplantıya çağrılmış, halka mebuslarını seçmesi gerektiği bildirilmiştir. Kürtler, serbest alanda hiçbir baskı olmayarak bu seçime katıldılar. Eğer Kürtler, ayrılık-gayrılık gösterselerdi, bu seçime katılmaz, arkasını döner, kendi düşüncesini gerçekleştirmeye çalışırlardı. Hiçbir vakit, hiçbir baskı onları o yollarından çeviremezdi. İngilizler, milyonlarıyla, altınlarıyla çalıştıkları halde Kürtler bu seçime katıldılar ve bu seçime katılmakla bir tek amaç güttüler: Türk kardeşleriyle işbirliği yapmak. Bütün kanılarını bir ilkede topladılar. O ilke, Türklerle kader birliği yapmaktı. Çünkü var olmak, çünkü esirlikten kurtulmak bu ilkenin gerçekleşmesine bağlıdır. Eğer Lord Curzon’lar, Kürtlerin hak ve hukukundan on beş yıl önce söz etseydiler, korkarım bir etki yapar, bazı dimağları bozabilirdi. Fakat Kürtler, Kürt aydınları, Arnavutluğun ve Suriye’nin sonunu görüp dururlarken, İrlanda’nın acılı sesini işitirlerken hiçbir kandırıcılığa kapılmazlar. O yalancı sesler hiç kimseyi kandıramaz. Onlar yalnız kendi kendilerini kandırırlar. İşte o günlerde, o kara günlerde bu toplulukta seçime katılan ve bizi seçip buraya gönderen milletin vekilleri olarak Lord Curzon’a bağırıyoruz ki, bizler Kürdistan’ın gerçek vekilleriyiz. Senden ve senin siyasetinden Musul’u istiyoruz. Ve alacağız…”
Nihayet Türk tarafının bastırması ve verdiği garantilerle, İngilizler Kürtleri Müslüman azınlık olarak tarif etmekten, özerklik iddialarından vazgeçtiler.
Lozan’da azınlık olarak sadece gayri-müslimler tanımlandı.
Ama bu tartışmaların ışığında Türk tarafının verdiği güvenceler Lozan Anlaşması’nın iki maddesine yazılarak garanti altına alındı.
Gizli değil, açık, aleni, 100 yıl önce bütün dünyanın gözü önünde altına imza atılmış Meclis’te kabul edilmiş, 100 yıldır herkesin ulaşacağı bir mesafede duran Lozan Anlaşması’nın 38 ve 39’uncu maddeleri bunlar.
Üzerinden 100 yıl geçtiği için belki hatırlamak zor olabilir.
Şöyle sözler vermişti dünyaya 100 yıl önceki Türkiye hükümeti:
“Madde 38- Türkiye Hükümeti, doğum, milliyet, dil, soy, ya da din ayırt etmeksizin, Türk halkının tümünün yaşam ve özgürlüklerini, en geniş biçimde, korumayı yükümlenir.
Türkiye’nin tüm halkı, kamu düzeni ve genel ahlak ile bağdaşmazlık göstermeyen her din, mezhep ya da inanışın gerek genel, gerek özel biçimde özgürce kullanılması hakkına sahip olacaktır. Müslüman olmayan azınlıklar, Türkiye Hükümetince ulusal savunma amacı ile veya kamu düzeninin korunması için ülkenin her yerinde ya da bir bölümünde alınan ve tüm Türk yurttaşlarına uygulanan önlemler saklı kalmak koşulu ile, dolaşım ve göç özgürlüğünden bütünü ile yararlanacaklardır.
Madde 39 — Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk yurttaşları Müslümanlarla özdeş medeni ve siyasal haklardan yararlanacaklardır. Türkiye’nin tüm halkı, din ayırt edilmeksizin, yasa önünde eşit olacaktır.
Din, inanç ya da mezhep farkı hiçbir Türk Yurttaşının medeni ve siyasal haklardan yararlanmasına ve özellikle genel hizmetlere kabulüne, memurluğa ve yukarı derecelere ulaşmasına, ya da çeşitli meslekleri ve sanatları yapmasına bir engel sayılmayacaktır.
Herhangi bir Türk yurttaşının gerek özel ya da ticaret ilişkilerinde, gerek din, basın ya da her türlü yayın konusunda ve gerek toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir sınır konulmayacaktır.
Resmi dilin varlığı kuşkusuz olmakla birlikte, Türkçeden başka dil ile konuşan Türk yurttaşlarına yargıçlar önünde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için gerekli kolaylıklar gösterilecektir.”
Bu maddeleri bugün sosyalist bir muhalif partinin kuruluş beyannamesine, liberal bir muhalif partinin seçim vaadleri arasına koysak kimse 100 yıllık olduklarını düşünmezdi.
Çünkü maalesef hala günceller.
İki maddede bütün dünyaya yapılmayacağı garanti edilen her şey bu 100 yıl içinde yapıldı.
Bazılarından geri dönüldü, bazılarında ileriye dönük adımlar atıldı.
Mesela Kürtçe ve diğer dillerdeki yayınların önündeki engeller ancak 80-90 yıl sonra kaldırılabildi, hala tam olarak kaldırılmış değil.
Anlaşmada açıkça yazılan mahkemede anadilde savunma hakkı da 90 yıl sonra getirilebildi.
Lozan’ın ancak 99’uncu yılında bir Ermeni kaymakam olabildi. Hala Alevi bir üst düzey yönetici yok. Bir Alevi’nin Cumhurbaşkanı adaylığı hala makul “kazanamayacak adaylığın” gerekçelerinden biri.
Din, inanç, mezhep “memurluğa ve yukarı derecelere ulaşmaya” hala engel.
Yani Türkiye, Lozan’da altına imza attığı vaatlerini 100 yıl sonra hala yerine getirebilmiş değil.
100 yılı bırakın, Lozan’dan bir yıl sonra 1924 anayasasında Türkiye ahalisi Türk olarak tarif edilmiş, iki yıl sonra Şeyh Said Ayaklanması çıkmış, ayaklanmada iki yıl önce Lord Curzon’a Meclis’ten meydan okuyan Bitlis mebusu Yusuf Ziya Bey de “Kürtçülükten” kurşuna dizilmişti.
Kurulurken dünyaya verdiği sözleri, 100 yıldır kendi vatandaşlarına karşı tutamamış, bu sözleri tutamadığı için aynı meseleler mesele kalmaya devam etmiş, kangrenleşmiş ve bu meseleler için isyanlar çıkmış, kırılmalar, çatışmalar yaşanmış ve hala bu fay hatları üzerinde büyük siyasi hareketliliklerin olduğu bir ülke Türkiye.
Lozan Anlaşması’nın yüzüncü yılında sağdan soldan neden petrol fışkırmadığına üzülmeyi bırakıp, bu ülkenin 100 yıldır kendi vatandaşlarına neden bu iki maddede tarif edildiği kadar asgari haklarını veremediğine üzülmek gerek.
Belki de esas bunların yapılmasını engelleyen gizli protokoller vardır?