ABD’nin başka ülkelere de kurulabilecek “Füze Kalkanı” projesini ısrarla Türkiye’de kurmak istemesini farklı açılardan değerlendirebiliriz.
Bize göre Türkiye’nin seçilmesindeki temel neden; bir süredir karşılıklı maslahatlar zemininde bölgesini bir barış denizine çevirmeye uğraşan Türkiye’yi sistem içinde tutmak, mümkünse eskiden olduğu gibi bir cephe ülkesi olarak konuşlandırmak, böylece mazisine paralel oyun kurucu olma niyetiyle önemli açılımlara imza atan bu ülkeyi kontrol etmek stratejisidir.
Bu yüzden Lizbon Zirvesi uluslararası medyada, diplomatik arenada sık sık gündeme getirilen “eksen kayması” meselesinin netliğe kavuşturulacağı bir test alanına dönüştürüldü. Eksen kayması tartışmalarıyla manevra alanı daraltılan Türkiye, ekseninin kayıp kaymadığının test edileceğini biliyordu. Zirve’de yaptığı açılımları maksimum düzeyde koruyarak ekseninin kaymadığını gösterme ve global güç merkezlerini rahatlatma yoluna gitti.
Her ne kadar Fransa ve Almanya farklı sinyaller verse de, Türkiye’nin sistem içinde tutulmak istenmesi hâlihazırdaki konjonktürde Türkiye’nin de işine gelmektedir. Türkiye’nin NATO sistemi içinde kalması şimdilik İran’ın da tercih edeceği bir durumdur.
Daha geçenlerde BM’deki oylamada sistem içinde kalmanın imkânlarıyla İran’ı korumuş olması, bu tercihin bir nedenidir. Sistem dışında kalsaydı bunu yapamazdı. Türkiye sistem içinde kalarak NATO’da kendisini ilgilendiren kararlarda etkili olabilir. Bütün NATO ülkelerinin önemli bazı meselelerde aynı düşünmediği Irak işgali öncesi açıkça görülmüştü. Bu tür meselelerde bölgesinin çıkarlarını gözeterek pozisyon alması küçümsenemez.
İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın; “Füze Kalkanı Projesi’ni kendimiz için bir tehdid olarak görmüyoruz” demesini de, Türkiye’nin sistem içinde kalmasını uygun gördüğüne bağlıyorum.
Arap Birliği ve İran’ın Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğini defaatle desteklediklerini açıklamalarını ve dolayısıyla Türkiye üzerinden AB ile komşu olmak istemelerini; “Türkiye şimdilik küresel sistem içinde kalsın” anlamında okuyabiliriz.
Lizbon Zivresi’nde alınan kararların nihai olmadığını ve arkasının geleceğini bilmek gerek. Alınan kararları ise, Türkiye adına bir zafer gibi yansıtmak doğru değildir. Zira alınan kararlar, Bush döneminde hayata geçirilmek istenen “Amerikan hegemonyasındaki 21. yüzyıl projesi”nin bölgemizin payına düşen “stratejik egemenlik” kısmının Obama eli ve uslûbuyla biraz da ölçek küçülterek yeniden kurma niyetine matuftur.
Stratejik belgede adı konmasa da İran’nın balistik füzeleri ve İsrail’in güvenliği füze kalkanının inşa edilmesinin bir yere kadar illetidir. Ancak bununla sınırlı olmadığı da açıktır. Zira NATO’nun kuruluş sebebi olan koca sosyalist blokun yerine İran’ı koymak ciddiyetten uzaktır.
Yapılan, ABD’nin Soğuk Savaş sonrası “21. yüzyıl düzenini” kurmak üzere yanına aldığı birkaç devletle tek taraflı olarak başaramadığını, şimdilerde NATO’nun geniş legal şemsiyesi altında “Füze Kalkanı” ve bunu takip edecek hamlelerle yapmaya çalışmasıdır. Böylece iradesini İran başta olmak üzere bütün bölgeye kabul ettirebileceğini hesaplamaktadır.
Bu arada coğrafyamızın geleceğinin ipotek altına alınmasını önlemek üzere birçok şey yapılabilir. Bunlardan bir tanesi de; eksen tartışmalarının eski keskinliğini yitirmesinin sağlayacağı imkânla D-8 ülkelerini; yani Bangladeş, Endonezya, İran, Malezya, Mısır, Nijerya, Pakistan ve Türkiye birlikteliğini daha stratejik bir birliğe dönüştürmektir.
YENİ AKİT