Tunus ve Mısır'da ayaklanmalar başlayıp başlarındaki diktatörler devrildiğinde Libyalıların bundan cesaretle kendi tarzlarında bir devrim deneyimi yaşaması şaşırtıcı değildi. Nihayetinde halk, 27 yaşında bir subay olarak gerçekleştirdiği bir devrimle devlete, halka el koyan Kaddafi yönetiminden bayağı sıkılmıştı. Aşağıdan yukarıya doğru askeri bir hiyerarşinin şekillendirdiği Kaddafi devrimi, ülkeyi de korsan biçimde farklı hiyerarşik ilişkiler içinde bir arada tuttu.
Bir tür istihbarat devletiydi, ama Libyalılar hiç de yerinde duracak türden insanlar değillerdi. Muhtemelen Kaddafi bu yeteneklerini iyi bildiği için adı 'kurtuluş', 'özgürlük' gibi kelimelerle başlayan pek çok uluslararası örgütü aktif olarak destekledi. Bu, aynı zamanda muhaliflerinin de ne türden örgütlenme ve muhalefet şekli geliştirdikleri hakkında da ipucu veriyordu.
Nitekim Arap Baharı denilen apolitik devrim Trablus kıyılarına vurduğunda çetin bir mücadele başlayacaktı. Ne muhalifler kolay zafer kazandı ne de Kaddafi hemen pes etti; sonuna kadar direndi...
Yıllar önce Trablus'ta ünlü denizci Turgut Reis'in kabrini ziyarete ederken türbede görevli Arap -muhtemelen başka görevi de vardı!- uzun bir nutuk çekmişti... Bu gayrı resmi nutuğun ana fikri; Libyalıların ne kadar savaşçı bir millet olduğu, Libya'nın Amerika'dan da korkmadığıydı. Libya'nın ambargo ile kapana kısıldığı bir dönemde anlaşılır bir söylem... Hatta işi o kadar abarttı ki, Mustafa Kemal'in savaşmayı Libya'daki görevi sırasında Libyalılardan öğrendiğini bile söyledi.
Arap Baharı esmeye başladığından bu yana yaşananlar, bana hep o türbedarın sözlerini hatırlatır. Başından beri silahlı mücadelede dökülen kan ve bir türlü sağlanamayan sükûnet... Ülkenin aşiret yapısı, bu tür çete ve kabile savaşları; politik bütünlüğün sağlanamamasında önemli bir etken olsa da siyasal mücadelenin, en küçük uzlaşmazlığın namlunun ucunda halledilmeye çalışıldığı bir gelenekten söz ediyoruz. Politik mozaikleşmenin getirdiği küçük partilerin, baskı gruplarının yerine her emekli askerin, bir dönem illegal örgütçülük yapanların öbek öbek kendi adına ordu kurdukları ülke görünümünde.
Libya'da yaşanan istikrarsızlık sadece Libyalıların sert, çatışmacı karakterine indirgenebilir mi? Tunus'ta yaşanmakta olan Batıcı kesimlerin direnciyle İslamcıların iktidar mücadelesi, yirmi yıl öncesinin Türkiye'sindeki siyasal dengelerin, ideolojik sosyal kamplaşmaların türevi gibi. Libya'daki devrim hikayesinin bir türlü tamamlanmaması iç dinamikler, geleneksel yapıların siyasetteki etki biçimleri ve dış dinamiklerin hem nüfuz çatışmaları hem de Libya'nın özel konumuyla alakalı.
Neredeyse erken kalkan generalin ya da aşiret reisinin bir baskın yaptığı, darbe düzenlediği kaotik görüntünün arkasındaki stratejik mantık, satranç oyunu görülmediğe takdirde durumun anlaşılması pek mümkün olmayacak.
Her şeyden önce Libya'da siyasal meşruiyetin yolu dini argümanlarla sağlanabiliyor. Batılı medya kanallarının liberal, Batı'ya yakın dediği isimler Türkiye şartlarında dindar, en azından dinle barışık, kavgalı olmayan gruplar ve liderlere tekabül ediyor. Bu çerçevede İslamcı ayrımı, her zaman kolay ve kesin çizgilerle yapılabilen bir ayrım değil.
Tüm bu sosyolojik ve siyasal yapı farkına rağmen siyasal kaosun, merkezi yapının zayıf görüntü vermesi; Libya'yı her iki devrimdaş komşusundan ayıran özelliği olarak, petrol gibi bir stratejik zenginliğe sahip olmasından kaynaklanıyor. Arap Baharı; Ortadoğu coğrafyasının küresel sisteme entegre edilmesini, hayat tarzının, tüketim ilişkilerinin, siyasal ve toplumsal tasavvurunun yeniden şekillendirilmesini, kendi içinde yeterli ama Batı ile kalıcı ilişkiler kurmasını öngörüyordu. İslam aleminin alternatif olmaktan çıkarılması bir yana, her birinin başında pahalı yöntemlerle tutulan bekçi rejimlerin yerine gönüllü eklemlenmeyi öngörüyordu. Ne var ki stratejik çıkarlar ve mevcut denklem şimdilik bunun tam olarak uygulanmasını mümkün kılmadı. Libya örneğinde zaten böylesi bir yumuşak geçiş sağlanamamışken, Arap Baharı'nın geleceğini etkileyecek en önemli faktör, yani enerji kaynakları ve bunun paylaşımı meselesi halledilememişti. Bu nedenle Arap Baharı denilen yanılsama Körfez'e, Arabistan'a hiç uğramayacaktı bile.
Libya'nın sahip olduğu enerji kaynakları; nehirleri kurumakta olan Avrupa'nın, özellikle Fransa ve İtalya'nın iştahını kabartacaktır. Amerika'nın Libya'da Fransa'ya askeri öncülük fırsatı tanıması da daha sonraki stratejik ve askeri operasyonlarda partner olması için verilmiş rüşvet olarak okunabilirdi. Nitekim Kaddafi gider gitmez mezkur ülkelerle yapılan enerji anlaşmaları yeni şartlarla yenilendi.
Bir kaç gün önce, Kaddafi'nin emrindeyken Çad'da esir düşen ve Amerika tarafından kurtarılıp Amerika'ya götürülen bir generalin sahneye çıkması daha önceki darbe teşebbüslerinden farklı özellikler sergiliyor. Arap Baharı'yla birlikte Libya'ya dönen ve her daim şaibeli ilişkileri nedeniyle itimat telkin etmeyen General Hafter bu kez doğrudan İslamcıları hedef alan bir çıkış yaptı. Meclisi basıp bazı milletvekillerini kaçırdı ve İslamcı örgütlerle ilgisi olan vekillerin tutuklandıkları şeklinde açıklama yaptı.
1987 yılında Çad'da esir düşmesinden sonra Amerikalıların kaçırdığı, daha doğrusu kurtardığı yedek aktör, bakalım Libya'nın yeni dizaynında etkili olabilecek mi? Libya elçisinin katledilmesini içine sindiremeyen Amerika'nın Libyalılardan rövanş almak isteyeceği muhakkak. Ancak Libya, bin kadar askerle Fransa'nın Mali'ye girişinde yaptığı gibi kolay kontrol edilecek bir ülke değil. Diğer taraftan duygusal tepkiler bir yana Büyük Sahra'dan Bingazi'ye ulaşan boru hatlarının gösterdiği stratejik hedef çok daha belirleyici olacak.
Yeni Şafak