Tarih boyunca insanoğlu kültürden ve coğrafyadan etkilenmeyen, olabildiğince geniş bir zamanı kuşatan birtakım 'doğruların' peşinden koştu...
Modern ideolojiler de böyle kuruldu. Kabaca ifade etmek gerekirse liberalizm, kapitalizm içinde bir 'doğruyu', sosyalizm ise kapitalizme alternatif bir 'doğruyu' temsil etti. Ne var ki ideolojiler nesnel bir varoluş halinin mantıksal sonuçları olarak değil, söz konusu varoluş halinin algılanma ve yorumlanma biçiminin uzantısı olarak anlam kazanırlar. Kısacası liberalizm ve sosyalizm kapitalizmin değil, modernliğin çizdiği bir anlam çerçevesi içinde yer alır. Öte yandan kapitalizm ile modernlik bire bir çakışan iki olgu değil... İçinden geçtiğimiz süreçte yaşanan zihniyet dönüşümü, modernliğin biteceğini ama kapitalizmin yeni bir adaptasyonla devam edeceğini ima ediyor. Bunun nedeni kapitalizmin aksine, modernliğin bir zihniyet temelinin olması...
Ne var ki modern ideolojiler bu gerçeği kavramakta zorlanıyorlar. Bu da anlaşılır bir şey... İdeolojinizin zihniyet zeminini anlama çabası, kaçınılmaz olarak söz konusu ideolojinin 'geçici' olduğunu ifade eder ve bu durumda o ideolojiyi mutlaklaştırmanız pek mümkün olmaz. Öyle bir durumda 'siyaset' kaçınılmaz olarak ideolojik farklılıkların dışına çıkar ve zihniyete referans vermeye başlar. Aslında bugün olan da bu... Hayatın akışı ideolojik direncin üstesinden gelmiş ve siyaseti zihniyet zeminine çekmiş durumda. Liberalizm ise bununla mücadele etme yeteneğine sahip olmadığı ölçüde, bizatihi gerçekliği görmezden gelmeye çalışıyor.
Bu durumla ilgili basit gözlemlerden birisi liberallerin hâlâ kapitalizm ile demokrasi arasında bir nedensellik ilişkisi olduğuna vehmetmeleri. Liberalizmi kapitalizmin 'doğru' yaşanması olarak sunduğunuz ölçüde, liberalizm ile 'doğru' demokrasi arasında da nedensellik vehmedebiliyorsunuz. Nitekim liberaller 'liberal olmayan' demokrasilerin kapitalizm içinde yer alabileceği gözlemini yaparak bizleri uyarmayı görev addediyorlar. Oysa günümüzde bizzat demokrasinin anlamı değişiyor ve demokrat zihniyet içinde yeniden şekilleniyor. Bunun anlamı liberal demokrasinin artık 'doğru' bir demokrasi olmadığıdır.
Liberallerin bu gelişmeye verdikleri tepki ise, modernliğin bilgi kuramının dışında kalan demokratlığı görmezden gelmekten ve hâlâ otoriter sosyalistlerle mücadele içinde olduklarını varsaymaktan ibaret. Örneğin Atilla Yayla, Taraf gazetesindeki 6 Aralık 2011 tarihli yazısını Wall Street işgalcilerinden hareketle liberal kapitalizmin çökeceğini söyleyenlerin eleştirisine ayırmıştı. Yayla'nın eleştirdiği pozisyonun gerçekten de anlamlı bir tarafı yok... Ama ilginç olan Yayla'nın hâlâ söz konusu pozisyonu muhatap alarak kendi konumunu inşa etmesi ve bu tutumuyla toplumsal dinamiği taşıyan siyasi tartışmanın dışında kaldığını görmemesi.
Bu tutumda liberallerin kendilerini koruma kaygılarının da olduğunu teslim etmek gerek. Nedenini anlamak için Yayla'nın zikredilen yazısına dönebiliriz. Yayla'nın öne sürdüğü üç tezden birincisi liberal düşüncenin bir zorunlu ilerleme fikrine dayanmaması. Yani işler kötüye gitmişse suç liberalizmin değil, insanların... Ne var ki ortada süreklilik arz eden bir adaletsizlik ve eşitsizlik varsa, bunu insanların üzerine yıkmak ideolojiyi aklamıyor, onu tümüyle etkisiz ve anlamsız kılıyor. Diğer bir deyişle liberalizm gerçeklikle bağı olmayan idealize edilmiş bir referansa dönüşüyor ve apolitik hale geliyor. Kısacası liberalizmi aklama çabası, aslında liberalizmi de öldürüyor. İkinci tez liberal kapitalizmin bir 'kurgu' olmayıp kendiliğinden gelişen bir olgu olduğu ve bu nedenle bütünüyle ortadan kaldırılamayacağı. Ne var ki bu önerme ancak piyasa sistemi için geçerli olabilir. Oysa liberal kapitalizm olası piyasa sistemleri içinde sadece bir alternatif. Yayla, liberalizmin sırtını evrensel bir olguya dayayarak, ideolojiyi de evrenselleştirmek istiyor belki, ama gerçek hayat bunun tam tersi yönde işaretler taşıyor. Çünkü 'liberal kapitalizm' bir kendiliğindenlik hali değil, güç dengelerini yansıtan ideolojik bir kurgu.
Yayla'nın üçüncü tezi bu tespiti daha da berraklaştırıyor... Yayla'ya göre bir ülkenin zenginliği, nasıl dağılmış olursa olsun, o ülkenin zenginliğidir ve zenginler daha fazla tüketseler bile nihayette o zenginliği yatırıma dönüştüreceklerdir. Ama işin temeli de zaten bu: Bu zenginler acaba neye yatırım yapıyorlar? Hangi teknolojiyi destekliyorlar? Bu kararlarıyla elde ettikleri siyasi gücü nasıl kullanıyorlar? Söz konusu kararlar tüm toplumu etkilediğine göre, niçin sadece zenginler tarafından alınıyor? Bu sistemin meşruiyeti nereden geliyor? Bu tür sorular liberalizmin aslında var olan güç dengesini meşrulaştıran bir ideoloji olduğunu, dolayısıyla haksızlık ve eşitsizliklerin, yani antidemokratik sistemin sorumluluğunu taşıdığını ima ediyor.
Liberaller var olduğu sürece liberalizmin de yaşayacağından emin olabiliriz. Çünkü o da aynen sosyalizm gibi, gerçekliğe muhtaç olmayan bir ideoloji... Gerçeklik ise kendi mecrasında akıyor ve onu kavrayacak yeni ideolojileri tomurcuklandırıyor.
ZAMAN