Yılların siyaset bilimi hocası “Malum, dış siyaset dengeleri tarihi tezler üzerinden değil, güç, kuvvet dengeleri üzerinden kuruluyor” demiş okuyuculara verdiği dersin bir yerinde. Tarihi gerçekler veya toplumsal gerçekler, coğrafi şartlar, egemenlik iddiası, potansiyel tehdidin büyümesi, kuşatma ve tecrit operasyonunun derinleşmesi gibi olguların hepsi birer masal adeta. Bu sebeple Lozan, Musul, Başika gibi tartışmaların hemen hepsi Türkiye’nin hesapsız çıkışlarından neşet ediyor neredeyse. Üstelik bu türden çıkışların bölgesel gücünü ve iddialarını zayıflatmaktan başkaca sonucu da olmuyormuş.
Nuray Mert’in Cumhuriyet Gazetesi’ndeki tezleri üzerinden yürüyecek olursak Türkiye sahada yalnız bırakılmamak için Batılı müttefiklerinin gösterdiği hedeflerle ayrışmaktan, çatışmaktan daima kaçınmalı. Yakın dönemde yaşananlar bu tespiti teyid ediyor, doğru elbette. Lakin güç dengesini değişmez bir statüko üzerinden tasarlayıp işgal ve sömürge devletlerine itaati sadece zaruri değil aynı zamanda makul ve meşru bir hedef olarak teklif etmek de kaçınılmaz oluyor. Mesela şu önermesine bir bakalım: “ABD, Türkiye’ye defalarca “YPG’ye değil, IŞİD’e karşı savaşmasını beklediğini” belirti” (7 Ekim/Cumhuriyet).
Diplomaside Amerikan Yönergesi
Türkiye’nin mevcut gücünü dengeleri değiştirecek bir düzeyde görmediği için “nasıl bir hesap, akıl ermiyor” diyerek ısrarla kullanılan aşağılayıcı ve alaycı üslupla lejyoner bir ruh halinin bütün bir toplumu sarıp sarmalaması teklif ediliyor adeta. Hiç utanıp sıkılmadan ifade edilen şeylere bakar mısınız? Neymiş efendim Amerika uyarmış hem de defalarca, IŞİD’le savaş, YPG’yle değil diye. Isırılması gerekeni de korunması gerekeni de Amerika belirtiyor zaten. Ne demeye kimin ısırılacağına karar verme yetkisini kendinde görüyorsun? Bu vadide icra edilen siyaset bilimi çözümlemelerinin ruh hali ve kafa yapısı tam da anti-emperyalizm tiyatrosu oynayan sömürge aydınların teamüllerine uymaktadır. Anormal olsa da şaşırtıcı değil seküler aydınların Batı hegemonyasına hesabına işleyen misyonları.
Mesela Amerikalı Albay John Dorrian’a atfedilen “Türkiye’nin Irak’taki askeri varlığı illegaldir” sözünde cesaret alanların hemen hepsi gelişmelerin Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti Hükümeti’nin ABD tarafından fırçalanacağı, küçük düşürüleceği beklentisi üzerine kurmuşlardı. Ancak Dorrian'ın ajanslara düşen açıklaması ertesi gün Pentagon tarafından “açık bir şekilde ve tamamen yalan” olarak reddedildi. Üstelik Dorrian’ın “Türkiye’nin Irak’taki askeri varlığı ile ilgili konularda özellikle yorum yapmamaya dikkat ettiği” vurgulanarak. Bu tekzibin kendisinin yalan olduğu, mevcut geri adımı gizleme amaçlı devreye sokulduğu aşikâr elbette. Ancak Amerika’yı bu pozisyona iten sebebi de göz önünde tutmak icap ediyor.
Evet, Irak Başbakanı Haydar el-İbadi başta olmak üzere Türkiye’nin Musul bölgesinden uzak tutulmak üzere, Sünni toplum kesimlerine yönelik tehcir ve katliamların engellenmesine dönük hiçbir tedbiri devreye sokmamasına yönelik tehditkar çıkışların sürdüğü ortada. Ancak bu tehditkar çıkışlara arka arkaya nasıl ve neden rest çekildiğinin hesabını da hafife almasın kimse. Bir örnek olarak Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Musul’a dair planlar karşısında alınacak pozisyonu ilan eden beyanları son derece dikkate değerdir. Çavuşoğlu, İran ve Bağdat merkezli organize edilen fanatik Şii milislerle IŞİD arasında hiçbir ayrım yapmadıklarını defalarca tekrarlarken Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Musul Musullularındır, Telafer Telaferlilerindir” söyleminin arkası boş değil demektedir.
Türkiye’yi Suçla, Amerika ve İran’ı Akla!
Türkiye’de ise en uç haliyle sürdürülen aptalca ve ahlaksızca propagandanın temsil ettiği açmaz burada düğümlenmektedir. Kimi Amerikancı kimi ulusolcu kimi şebbihalar tarafından temcit pilavı misali hemen masaya sürülen “yurtta sulh, cihanda sulh” klişesiyle dış politikaya sadece sağır ve kör değil aynı zamanda vicdansız ve işbirlikçi bir dış politika hattı önerilmektedir. Nuray Mert’in de eleştirilerinin haklılığına şahid olarak İran-Esed ittifakıyla iltisaklı Fehim Taştekin’i işaretlemesi kimseye tuhaf gelmiyor bu sebeple.
Mezhepçilik tehdidi başında da sonunda da Sünnilikle eşitlenmiş ve Türkiye’nin oluşturduğu bir tehdit olarak lanse edilir olmuş durumda. Peki, Esed rejimin işlediği katliamlarla nasıl mücadele edilecek sorusunun bir cevabı var mı, yok. İran’ın Şiilik siyasetiyle Irak ve Suriye’de işlediği cürümlere ve Türkiye’ye yönelik kuşatma harekâtına karşı öngörülen bir çıkış yolu var mı, yok. Rusya ve Amerika’nın Irak ve Suriye’de giriştiği işgal ve katliamlar karşısında devreye sokulacak bir barış ve istikrar planı tartışılıyor mu, hayır. Suriye ve Irak’taki milyonlarca insan akrabamız, komşumuz ve de kardeşimizken doğrudan veya dolaylı ifadelerle Türkiye’nin hala NATO’nun ileri karakolu gibi hareket etmesini öngörenlerin insanlıktan zerre miskali nasip almadığı ortadadır.
Lejyoner bir mantık ve ruh hali güya iç-dış politika analizi yapıyor. Siyaset ve topluma kendi kendini hadım etmeyi, kendini iktidarsızlığa mahkum etmeyi öngören işte bu mantık ve ruh halidir. Kimi kin ve nefretinden, kimi alenen ajanlık ve misyonerliği tercih ettiğinden yüz binlerce insanın hayatına mal olan despotik rejimleri ve destekçisi emperyal devletleri tartışma dışı tutmaktadırlar. Musul ve Halep’i yakıp yıkanların Irak ve Suriye üzerinden bütün bir İslam coğrafyasının üzerine karabasan gibi çökme planlarını kamuoyu önünde tartışmayanların önceliği ve misyonu sır değil. Açık ki saplantılı bir ruh haliyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasal çizgisini çökertme planlarını demokrasi tutkusu gibi takdim edenler esasen İslam toplumlarının ana damarını teşkil eden Sünni toplumların sömürgeleştirilmesinin bir parçası olmaktadırlar.
Yeni Akit