İlk konuşmacı olan Enes Sevilmez, Gannuşi’nin kavramları ele alış tarzını ve kavramlara yüklediği anlamı “özgürlük” kavramı üzerinden inceledi. Özgürlüğün kavram olarak 17.yy Avrupa’da ortaya çıktığına değinen Sevilmez, bu kabule göre özgürlüğün Batıya ait bir kavram olduğunu ve İslam medeniyeti gibi diğer medeniyetlerin bu kavramla ilişkisi olmadığını belirtti. Sevilmez sözlerine şöyle devam etti: Bunun sebebini de tanrı merkezli evrene bakışla insan merkezli evrene bakış arasındaki ihtilaf olarak açıklaması Batılılar açısından genel kabuldür. Sartre gibi varoluşçu ateistlerde bu görüştedir çünkü onlara göre özgürlük her zaman ‘’ötekinin’’ müdahale alanının dışındadır. Akıl, özgürlük konusuyla birlikte metafizik alanın dışına çıkmaya ve net bir bakışın olduğu hukuk, siyaset, ekonomi gibi pratik alanlara doğru yol almaya yöneltmiştir. Özgürlük tartışması insanın siyasi, toplumsal, ekonomik kurumlarla olan ilişkisi etrafında yoğunlaşmıştır. Bu çerçevede özgürlükten bahsetmek devletin vatandaşa sunması gereken hakları, özgürlüklerini kazanmak için güçlülerin işgaline ya da sömürülerine boyun eğen halkların mücadeleleri gibi konuları zorunlu hale getirmiştir. Bunun sonucu olarak da özgürlük tartışması halkın iradesinin özgür ifadesi ve özgürlüklerin tanzim edilmesinin genel bir çerçevesi olması itibarıyla demokrasi konusu etrafında dönmeye başlamıştır. İslam Düşüncesinde özgürlükler kavramını ele alış ise daha farklı bir düzlemde gerçekleşmiştir. Özgürlük kelimesinin Arapça’ da ve İslam’ın ilk dönemlerinde kullanılan anlamı köleliğin zıddından öte bir anlam taşımaz. Yani özgür kişi kölenin zıddıdır. İslam’ın özgürlük anlayışı batıda olduğu gibi hakların kaynağını oluşturan ve insan aklının keşfedip disipline edebileceği insan yapısından hareket etmez. Evrenin alim ve nizam koyan bir yaratıcısı olduğu ve onun yarattıklarını en iyi bilen olduğudur. İnsan ise onun tarafından halife kılınmıştır. Tek Allaha kulluk özgürlük ve hakların temel taşı ve omurgasıdır. Dolayısıyla kişinin heva ve heveslerine göre hareket etmesinin önüne geçer ve hak ve batıl için değişmez bir ölçü koyar ki bu ölçünün kaynağını insanın doğasından alır ve böylece Batının özgürlük anlayışında olduğu gibi maslahata göre değişmez. Batının özgürlük düşüncesinde bireysel ve toplumsal istekler herhangi bir ahlaki disiplin ve amaçtan uzak hareket eder. Özgürlük bu bağlamda insanın istediklerini yapması değildir. Yani mesela Kuran’a ya da peygamberlerin söylemlerine baktığımızda ‘’Allah istediğiniz şeyi yapmanıza izin veriyor’’ gibi bir söylemle karşı karşıya gelmeyiz. Aksine bunun tam tersi bir söylemle karşı karşıya kalırız. ’’Allah sizi yaratandır. Sizi heva ve cehalete uymaktan men ediyor.’’ tarzı uyarılara çok sık muhatap oluyoruz.
Bir başka başlık olarak “Batı tecrübesinde din ve devlet ilişkilerinin gelişmesi” hususunda ise Sevilmez şunları belirtti: Siyaset toplum işlerinin yürütülmesi ve toplumun menfaatine göre hareket edilmesidir. Siyaset amaç ve sebep açısından din; yeryüzünü imar etmek gibi dünyevi ya da camilerin kurulması gibi uhrevi işlerde yarar sağlayan, doğruluğu veya yanlışlığı sorgulanabilir insani bir çaba olması açısından da aslında dünyevi bir eylemdir. Tabi bunların da din merkezli değerlendirilmesi gerekmektedir çünkü ancak din sayesinde gerçek dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşılabileceği inancına sahibiz. Ancak İslam tarihine baktığımızda toplumun din ve siyasetle olan ilişkisinin çok uzun ömürlü olmadığını peygamber ve Raşit halifeler dönemiyle sınırlı kaldığını söyleyebiliriz. Daha sonra bazı farklı durumlar ise olagelmiştir. Gannuşi İslam tarihinde siyaset-din ilişkisinde üç aşamadan geçildiğini söylemiştir. Bu aşamalar: 1-Din ve siyasetin birbiriyle bütünleşme aşaması, 2-Hilafetin saltanata dönüşme aşaması, 3-Siyasetin dine egemen olma aşaması olduğunu belirterek toplumsal yönelişler ve tarihi süreçte bu kategorilerin meselenin anlaşılması açısından büyük bir kolaylık sağladığını belirterek sözlerine son verdi.
İkinci konuşmacı olan Rüveyda Bayram ise kitabın içeriğini oluşturan kısımları detaylandırarak Gannuşi’nin kişisel tecrübesi, Nahda Hareketi ve Tunus’ta yaşanan devrim sürecinin tecrübi yansımalarını dinleyicilere aktardı. Bayram, özetle şu hususlara değindi: Gannuşi, düşüncelerini toplumsal temelde kurma gayretinde olan bir düşünür. Bu bağlamda onun anlaşılabilmesi için Tunus toplumunun sosyo-politik durumunun bilinmesi elzem bir durum. Tunusluların siyasi yönelimleri diğer Arap toplumlarından biraz daha farklı bir konumda yer alıyor. Tunus’ta güçlü bir laik toplumsal taban ile karşı karşıyayız. Bu durumun Gannuşi’nin düşünceleri üzerinde etkili olduğu aşikârdır. Toplumsal kesimlerin ideolojik olarak temelde yaşadığı bu ayrışma onun laiklik, demokrasi ve sivil toplum gibi kavramlara yüklediği anlamı etkilemiştir. Bu bağlamda acilcilikten uzak ve merhaleyi, toplumsal değişimi esas alan bir yönelimin Gannuşi düşüncesinin bel kemiğini oluşturduğu söylemek çok yanlış olmaz. Gannuşi, öncelikle toplumun başta ekonomi ve güvenlik olmak üzere İslam düşüncesinde “zarureti hamse” olarak nitelenen gerekliliklerin sağlanması gerektiğini, İslami değişim ve dönüşümün bundan sonra gerçek zeminine oturacağını belirtiyor. Bu açıdan Tunus’taki süreç ile Türkiye’de ki süreç arasındaki benzerlikler bu düşüncelerin bizler için ne kadar önemli olduğunu da gösteriyor.
Bir diğer mesele olarak Nahda Hareketi’nin tarihsel sürecine değinmek gerekirse: Nahda, Gannuşi ve Abdülfettah Moro gibi düşünürler tarafından kurulan bir hareket. Hareketin kendisini dayandırdığı düşünsel aktörlerden bazıları; Afgani, Abduh ve Reşid Rıza çizgisi ile çağdaş İslamcı düşünürlerden Tunuslu Hayrettin Paşa, Seyyid Kutub, Hasan el-Benna, Mevdudi ve Malik bin Nebi gibi isimleri zikredebiliriz. Hareket kendisini 2016 yılında İslamcılıktan öte yalnızca siyasi bir hareket olarak niteleme kararı aldı. Bu kararı da daha evvel değindiğimiz Tunus’un sosyo-politik durumu ve Gannuşi’nin merhaleyi esas alan düşünsel yönelimi ile izah etmek mümkündür. Bu konuda zaten Gannuşi tarih boyunca İslam düşüncesi dediğimiz şeyin sığ, dar ve kalıpçı bir bağlama sokulmasına da karşı çıkıyor. İslami ve batılı kavramlar ile kurduğu ilişkiyi de bu parametreler üzerinden inşa ediyor. Şura, icma, içtihad gibi kavramların bağlamsal olarak denk düştükleri yerden yola çıkarak bir takım batı menşeli kavramları açıklama ve anlamlandırma yoluna gidiyor. Konunun belki de en çetrefilli kısmını da zaten bu husus oluşturuyor. Öncelikle demokrasi kavramı üzerine şuraya vurgu yaparak tarihsel bir denklik kuruyor. Burada basitçe bir sentez ve içselleştirmeden bahsetmek doğru olmayabilir. Çünkü Gannuşi, kavramlar üzerine yaptığı bu izahı her zaman İslam’ın özgün duruşunu vurgulayarak devam ettiriyor. İnsan Hakları Bildirgesi üzerine yaptığı detaylandırmada örneğin; metni önemsiyor ancak metnin evrensellik iddiası bir yana Batının anlamlandırdığı ve mana kattığı bir metin olduğunu söyleyerek belirli bir şerhi de düşüyor. Bunun önemli bir çaba olduğu aşikâr. Ancak temelde, içerisine girdiği bu çabaya karşı “eleştirel” bir tutum takınmamız gerektiği de bir başka husus olarak önümüzde duruyor. Zira kavramların böylesi bir düzlemde ele alınması İslam’ın özgün konumlanışını zedeleme riskini de barındırıyor. Gannuşi ve onun düşüncesine karşı eleştirelliği elden bırakmadan -Müslümanların yaşadıkları zorlu süreçler göz önüne alınarak- adalet ve insaf temelli bir anlama çabasının bizlere sunacağı önemli bir birikim olduğunu vurgulayan Rüveyda Bayram, konuşmasını bu sözlerle sonlandırdı.
Program soru-cevap faslıyla sona erdi.