Geçen iki yazımda Türkiye'de demokrasi üzerindeki bürokratik vesayetin, askeri ve yargısal darbe ve müdahalelerin, genel olarak askerin ve yargının siyasi rolünün ideolojik kılıfının otoriter laiklik anlayışı ya da laikçilik olduğunu, bu anlayışın özgürlükçü demokrasiyle bağdaşmadığını açıklamaya çalıştım.
Bu anlayış, laikçilerin iddialarının aksine bilimle de bağdaşmaz. Neden?
19. yüzyıl ve erken 20. yüzyıl sosyal bilimcileri arasında yaygın olan anlayış, bilimin mutlak, şaşmaz doğrulardan oluştuğu fikrine dayanıyordu. Bugün hakim olan anlayışa göre, bilimsel teoriler ancak aksi kanıtlanana kadar geçerli ve bilim, yanlışlığı gösterilen teorilerin yerine yenilerinin konmasıyla ilerliyor. Bilim ilerledikçe ne kadar az bildiğimiz ortaya çıkıyor. Din ile bilim birbirine rakip değil. Biri insanın anlam-maneviyat, öteki akıl dünyasıyla ilgili. İkisi de birbirlerine saygı göstermek durumunda.
19. yüzyıl ve erken 20. yüzyıl sosyal bilimcileri arasında, modernleşmeyle birlikte insanların ve toplumların dinden uzaklaşacakları, dinsel inançların yerini bilimsel düşüncenin alacağı fikri hakimdi. Oysa bugün dünya, yaşayan en ünlü din sosyologu Peter L. Berger'in deyişiyle, hiç olmadığı kadar dindar. Yine önde gelen bir din sosyologu olan Thomas Luckmann'ın deyişiyle, insanlık var oldukça dinsel inançlar da var olacaktır. Çünkü insan doğası, genetik yapısı gereği, kaotik, belirsiz, şansa kalmış bir evren fikrini kabullenemez. Çünkü insanların sadece maddi değil manevi ihtiyaçları da vardır.
Dini inançlar bugün modernleşmede en ileri gitmiş olan toplumlarda da gücünü koruyor. ABD örneği herkesin malumu. İstisna olarak gösterilen Batı Avrupa'da (siyasi partilere, sendikalara olduğu gibi) kiliselere üye olan ve devam edenlerin ciddi bir şekilde azaldığı doğru. Ne var ki bu, dini inançların etkisini yitirdiği anlamına gelmiyor. Britanya'nın önde gelen din sosyologu Grace Davie, Batı Avrupa'da yaygınlaşan eğilimi ("believing without belonging") "bağlanmadan inanmak" kavramıyla ifade ediyor.
Bugün din sosyologlarının cevaplamaya çalıştıkları, araştırdıkları esas soru, modernleşmeye rağmen dini inançların nasıl olup da yaygınlığını koruduğu. Kimilerine göre bu, "din piyasası"nda talebin artmasıyla, kimilerine göre arzın, yeni dinsel akımların çoğalmasıyla ilgili. P. Norris-R. Inglehart'ın kitapları (Sacred and Secular, 2004) bu konuda iyi bir kaynak.
Dini inançların kalkınmaya engel olduğu fikri geçersizdir. Max Weber, kapitalizmin gelişmesinde Kalvinist Protestan ahlakının rolü üzerinde durmuştur. 8. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar uzanan dönemde kurdukları parlak uygarlık dikkate alındığında, Müslüman çoğunluklu toplumların bugünkü geri kalmışlığı İslam'la, dini inançlarıyla açıklanamaz. Bugün Türkiye'de İslam'ın halk yorumlarının çalışmayı ve kazanmayı teşvik eden telkinlerinin, Türkiye'nin kalkınmasına yaptığı katkı giderek daha iyi anlaşılıyor.
Dini inançların, özgürleşmeye ve demokratikleşmeye engel olduğu fikri de geçersizdir. Dinsel akımlar kimi yerlerde otoriter rejimleri desteklemiş, kimi yerlerde bunların devrilmesinde ön planda rol oynamıştır. Demokrasiyle bağdaşmayan, tıpkı sosyalist, milliyetçi ve sair siyasal ideolojilerin olduğu gibi dinlerin bağnaz, köktenci, farklılığa ve insan haklarına saygısız olan yorumlarıdır.
İslam dahil bütün dinlerin kimi köktenci (yenilenmeye tümüyle kapalı), kimi gelenekçi, kimi modernist (günün gerekleriyle bağdaşan) yorumları vardır. Toplumun modernleşmesine ve demokratikleşmesine önem verenlerin, modernist dini akımlara husumet değil saygı göstermesi gerekir. Siyasal çoğulculuk nasıl siyasal bağnazlıkları marjinalleştirir ise, dinsel çoğulculuk da dinsel bağnazlığın marjinalleşmesini sağlar. Dini inançlara baskı ise, radikal, köktenci tepkileri teşvik eder.
İfade özgürlüğü korunduğu, demokratikleşme ilerlediği sürece, laikçiler er geç yanılgılarını görecek, etkinliklerini yitirecekler.
ZAMAN