Laik kesimin ‘işkencecisi’

Etyen Mahçupyan

-Stockholm sendromu denen bir olgu vardır. Uzun süreli mahkumiyetlerde mahkumun giderek kendi gardiyanına ve işkencecisine uyum gösterme, onu referans alarak yaşama, kendisini ona beğendirmeye çalışmasını anlatır ve ‘kişinin işkencecisine âşık olması' olarak ifade edilir.

Laik kesim ile Tayyip Erdoğan arasında da bunu andıran bir ilişki var. Ancak buradaki duygu aşk değil nefret. Buna bağlı olarak üretilen gerçekliğin yönü de farklı: Laik kesim nefret ettiği bu kişinin kendi ‘gardiyanı ve işkencecisi' olarak somutlaşmasından hoşlanıyor, bu duygu içinde rahatlıyor ve sorumluluklarından kurtuluyor. Dolayısıyla da Erdoğan'ın bir ‘gardiyan ve işkenceci' olarak her fırsatta yeniden üretilmesine yönelik son derece yaygın ve güçlü bir duygu birlikteliği bulunuyor. Hükümetin yaptıklarına bir bütün olarak ve nesnel şekilde bakmak istenmiyor, alınan kararların ve atılan adımların laik kesimi rahatsız eden bölümü öne çıkarılıyor ama bunların da gerçekten ne oldukları üzerinde durulmuyor. Söz konusu tasarrufların bir kötü niyet belirtisi olduğu kabullenilerek ideolojik algıya uygun bir içerik ‘uyduruluyor' ve geniş bir kesim bu içeriğin doğru olup olmadığını sınamadan kabullenebiliyor. Bu arada hükümetteki bakanların ve sözcülerin açıklamaları, yapıcı söylemleri de kolayca kenara itiliyor. Tek anlamlı gerçekliğin Başbakan'ın söylemi olduğu bir ‘siyaset' alanı ortaya çıkıyor. Ne var ki karşınızda sürekli konuşan ve susturulması mümkün olmayan biri var... Daha doğrusu ne zaman nasıl konuşacağına doğal olarak kendisi karar veren ve sizin onun bu tercihi üzerinde hiçbir etkide bulunamayacağınız bir siyasetçi bu...

Laik kesim ‘siyaseti' Erdoğan'ın ağzından çıkanlara ve üslubuna indirgediği ölçüde, kendisini de çaresizliğe mahkum etmiş oluyor. Bu çaresizlik bir süre sonra, Başbakan'ın da ‘katkılarıyla', bir öfke birikimi yaratıyor. Kamusal alanda dışa vurulamayan ve ancak ev sohbetlerinde toplu zikir ayinlerini hatırlatan bir ritüel halinde tekrarlanarak rahatlama imkanı bulan bu ortak psikoloji, laik kesimi ilginç bir biçimde ‘siyasileştiriyor' da. Şimdi herkes ‘siyasetten' bahsediyor ama konuşulanların ülke meseleleri ile pek fazla ilgisi yok. Varsa yoksa Tayyip Erdoğan... Ulaşılamayan, ama aslında ulaşılmak da istenmeyen, neredeyse dokunmaktan kaçınılan bu kişiye ilişkin olarak her geçen gün yeni bir olumsuz ‘bilgi' dolaşıma giriyor. Erdoğan'ın ne denli ‘kalitesiz' biri olduğunu anlatan uyduruk hikayeler ve gözlemler büyük bir iştahla tüketiliyor. Çünkü laik kesimin önemli bir bölümü gerçekten de Erdoğan'ın tam da o anlatılarda gösterildiği gibi biri olmasını istiyorlar. Böylece öfkelerinin haklı, nefrete yönelen duygularının meşru olduğunu kendilerine kanıtlama ihtiyacı duyuyorlar.

Laik kesimin siyasetsizliğinin üstü, Başbakan'ın ‘niteliği' üzerinden oluşan bir meta-siyaset paylaşımı sayesinde örtülüyor. Birçok kişi için ‘siyaset' artık bir Erdoğan hassasiyetine dönüşmüş durumda. Gözler onun üzerine dikilmiş. Her söylediği ilave bir delil olarak nefret heybesinin içine atılmakta. Erdoğan üzerine konuşmalar laik kesimin iç tesanüdünü konuşanlara hatırlatıyor ve ‘laikliği' belki de ilk kez bu denli toparlayıcı bir biçimde kimlikleştiriyor. Siyasetsizliğin ancak Başbakan'a oluşan tepki sayesinde aşılması, bu ortaklaşılan ruh halinin sahiplenilmesi ve korunması dürtüsü ile sonuçlanıyor. Diğer bir deyişle, laik kesimin genişçe bir bölümü bu durumun aynen böyle devam etmesini, yani Tayyip Erdoğan'ın ayrımlaştırıcı ve kutuplaştırıcı bir dili korumasını içgüdüsel olarak istiyorlar. Çünkü böylece onlar da hem bu duygu ortaklaşmasında buluşup bunu bir kimlik olarak yaşayabiliyor hem de o halin bir siyasete gebe olduğu fikrinin cazibesiyle kendilerini iyi hissediyorlar. Nitekim Gezi olayı bu nedenle kendi varlığından çok daha büyük bir anlam ifade ederken, söz konusu kesimler işin siyaseten kullanılma yönüne hiç bakmadılar. Onlar için önemli olan Erdoğan karşıtlığının ‘gerçekten de' bir siyaset olabileceğinin kanıtlanmasıydı. Gezi'deki gençlere yönelik aşırı övgüler, aslında kendi ‘siyasetlerinin' varlığını kutlayan bu kesimlerin bizzat kendilerine yönelik övgüsüydü...

Nefret nesnesinin aynı zamanda ‘gardiyan ve işkenceci' olarak tescili giderek laik dünyamızda gündelik bir ihtiyaç artık. Tabii Başbakan'ın gerçekten de kibirli bir tutum ve dil sergilediğini, yarattığı öfkenin kendi eseri olduğunu söyleyebiliriz. Haksız da olmayız... Ama siyasetsizlik sürdükçe, bu tespit ‘bizlerin' ruh halini kendimiz için kabul edilebilir kılmaktan öte bir işlev görmez.

ZAMAN