Haksöz Haber
Konuyu Kur'ân âyetleri ışığında tağut ve cibt kavramlarını tefsîr ederek ele alan Faruk Beşer; küfrü, fıskı, zulmü gerektiren şeyin Allah'ın indirdiklerini reddetmek yahut Allâh'ın insanlara uygun gördüğü hükümleri uygulama imkânı olduğu hâlde beşerî kanunları buna tercih etmek olduğunu söylüyor.
Beşer, "Bir şeyin tamamı elde edilemiyorsa tamamı da terk edilmez." 'genel hayat kuralı'nı vurgulayarak mevcût laik düzende hâkim, avukat vb. meslekleri icra eden müslümanların adaleti azami ölçüde sağlamaya çalışmaları gerektiğini, aksi hâlde ise daha çok adaletsizliğin hüküm süreceğini ifade ediyor.
Son olarak aslolanın taşınılan niyet olduğuna dikkat çeken Beşer, niyetin halis bir niyetle zulmü ortadan kaldırmak üzerine kurulması hâlinde bırakın küfre girmeyi, bu meslekleri icra edenlerin sevap kazanacaklarını dile getiriyor.
Faruk Beşer'in Yazısı:
Faruk Beşer / Yeni Şafak
Kuranı Kerim'de Allah'ın hükmü dışında bir kanunla hüküm vermek ya da Allah'ın kanunlarını bırakıp başka kanunlarla mahkemeleşmeyi istemek imana ilişkin bir tavır olarak zikredilir. Meselâ:
“Görüyorsun değil mi, sana indirilene de senden önce indirilenlere de inandıklarını sananlar gidip tağutta yargılanmak istiyorlar. Oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardı. Şeytan da onları sonuna kadar saptırmak istiyor” (4/60).
Müfessirler ayetin geliş sebebi konusunda şu olayı zikrederler: Aralarındaki bir anlaşmazlığı halletmesi için Hz. Peygamber'e gidip muhakeme olmak isteyenlerden biri, onun yerine bir kâhine ya da Yahudi Kâb bin Eşref'e gitmekte ısrar edince bu ayet indi.
Bu durumda tağut'un, hükümde Allah'a tercih edilen otorite olduğu anlaşılır. Bu durum aynı zamanda Allah'ın Şeriatı yerine başka bir hükmü istemenin Allah'ı inkâr etme demek olduğunu da gösterir. Ayetten anlaşıldığına göre işin içinde bir de şeytanî güçler vardır. Müşrikler; putlarda, cinlerde ve şeytanda böyle ilahi güçler vehmediyorlardı. Kurân-ı Kerim bunlardan da cibt diye sözeder.'Cibte ve tağuta inanıyorlar.' der. Yani Allah'ın hükmünü değil, kendi ulularının ya da hayali güçlerin hükmünü uyguluyorlar demektir.
Allah dışında O'nun sıfatlarının kendinde bulunduğuna inanılan hayali güçler cibttir.
Tağut; azgınlık, sapkınlık anlamındaki “tuğyan” kökünden gelir. Zorba anlamı da içerir. Kısaca Allah'a yapılması gereken dua, saygı, hükmünü kanun olarak bilme ve ibadet, O'nun dışında bir şeye yapılırsa o şey, ya da kimse cibt veya tağut olmuş olur. Bu şey; cin, şeytan, put, kâhin ya da sihirbaz cinsinden hayali bir güç ise cibt, zorba bir yönetim, ya da böyle bir yönetici ise tağuttur.
Bunların yanında Kurân-ı Kerim ayrıca, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin “kâfir, zalim ve fasık” olacaklarını söyler (5/44, 45, 47). Bu vasıfların peş peşe zikredildiği üç ayetin de Ehl-i kitap'tan, yani Yahudi ve Hıristiyanlardan söz ettiğine bakılırsa, kâfir, zalim ya da fasık olanların, Allah'ın hükmüne yani İslâm'a inanmayanlar olduğu anlaşılır ve bu insanlar uygulamalarına göre ya kâfir, ya zalim, ya da fasık olurlar. Veya üzerlerinde üç sıfatı birden taşırlar.
Ayrıca Allah (cc): “Biz sana Kitab’ı hakikat olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği ile hükmedesin. Sakın hainlerin savunucusu olma.” (4/105) der. Anlaşılacağı üzere, bu ayet-i kerime hem Hz. Peygamber'in sünnetinin Allah'ın vahyine dayalı olduğunu gösterir, hem de haksız olduğu belli olan birisinin savunulmasını, ondan yana olunmasını ve avukatlığının yapılmasını yasaklar. Ayrıca buyurur ki: “Küçük bir meyille de olsa zalimlerden yana olmayın, yoksa sizi ateş çarpar. Sizin Allah'ın dışında hiçbir dostunuz yoktur. Sonra kimseden yardım da göremezsiniz.” (11/113).
İşte inançlı hâkim, savcı ve avukatları korkutan ve tereddüde sevk eden durum budur. Bize zaman zaman soranlar olur: Böyle bir düzende mesleğimizi icra etmemiz bizi böyle bir iman sorunuyla karşı karşıya getirir mi?
Allah'u alem, şöyle diyebiliriz: Küfrü, zulmü, ya da fıskı gerektiren şey, Allah'ın indirdiklerine inanmamak ve onları uygulama imkânı olduğu halde başka kanunları onlara tercih etmektir. Haksız ve zalim olduğunu bile bile birisini ya da birilerini savunmak, avukatlığını yapmak ve onu haklı çıkarmaya çalışmaktır.
Bu konuda İslam'ın hükmünü onun şu genel kaideleriyle düşünmeliyiz:
İki kötünün ehven olanı tercih edilir.
Büyük zarar küçük zararla def edilir.
Zararı defetmek, yararı elde etmekten önceliklidir.
Bir de genel hayat kuralı vardır: Bir şeyin tamamı elde edilemiyorsa, tamamı da terkedilmez.
Bu açılardan baktığımızda günümüz şartlarında hukuk mesleği icra eden inançlı insanların şöyle düşünmeleri mümkündür:
Biz mesleğimizi icra ederken Şeriat’ı ya da bir başka hukuku tercih hakkına sahip değiliz. Yaptığımız şey mevcut kanunlarla ve imkânlarımız ölçüsünde adaleti azami derecede sağlamak, haksızlığı da asgariye indirmektir. Bunu yapmamamızın alternatifi daha çok haksızlıktır. O halde biz haksızlığı giderebildiğimiz ölçüde giderir, hakkı yapabildiğimiz ölçüde ayakta tutarız.
Kurân-ı Kerim'in, Allah'ın indirdiği ile hüküm vermeyenleri kötülerken, bununla hüküm verme imkânı bulunduğu halde başkasını tercih edenleri kastettiği açıktır: “Allah kimseye gücünün üstünde yük yüklemez.”. O'nun indirdiği ile hükmetmeye gücümüz yetmiyorsa, gücümüzün yettiği zulmü azaltma, adaleti çoğaltma işini yaparız.
Ama tercih imkânına sahip olduğu halde Allah'ın hükmünden başkasını tercih edenler işte o ayetlerin muhatabı olmuş olurlar.
Evet, aklın da İslâm'ın ruhunun da, tecrübelerin de söylediği budur. Hatta niyet zulmü azaltma olursa bu niyetle bu mesleği icra edenler ilave sevap bile kazanırlar, diye düşünüyoruz.