Entelektüel dünyamızın en belirgin vasfı ‘israf’ sözcüğüyle özetlenebilir. Geçmişte entelektüel enerji ve birikimin tümü ‘laik’ kesimde yoğunlaştığı ve sosyolojik olarak bu kesime imtiyazlar sağlayan daraltılmış bir kamusal alana mahkum olunduğu için söz konusu israf görünür değildi. Ancak bugün İslami kesim kendi aydınlarını ürettiği ve onları kamusal alana taşıdığı ölçüde, ülkenin laik cenahtaki birikim potansiyeli de sistem dışına doğru kaydı. Bunda cemaatçi toplumsal yapının rolü olduğu açık. Ancak laik kesim aydınlarının toplumun geneline yönelik kendilerini ifade etme çaresizliklerinin ve yabancılaşmalarının da önemli payı var.
Soru böylesine iyi eğitilmiş, dünyayı bilen, her konuda nüanslara vakıf bir entelijensiyanın nasıl olup da toplumu ve siyaseti etkilemede bu denli zayıf kaldığıdır. Oysa söz konusu aydınların söylemine baktığınızda böyle bir sonucu öngörmekte zorlanabilirsiniz. Temel olarak dünyada hakim olan entelektüel dilin kullanıldığını, aynı argümanlar üzerinden eleştiri ve önermelerde bulunulduğunu görüyoruz. Bu aydınların söyleminde iki temel unsur bulunmakta ve her ikisi de küresel karşılık bulmakta. Bunlardan birincisi ısrarla yanlışların altının çizilmesidir ki herhangi bir demokraside aydınların esas işlevinin de bu olduğu söylenir. İkincisi ise birinciyi tamamlayan biçimde evrensel doğruların seslendirilmesidir ki bu da genelde aydın olmanın olmazsa olmaz koşulu olarak görülür.
Diğer bir deyişle laik kesimin söz konusu aydınları herhangi bir ‘gelişmekte olan’ ülke için bulunmaz nimet olmalıdır. Değişim süreci içinde reform zorunluluğu ile karşı karşıya olan bir ülkede, evrensel norm ve standartları bilen, yapılan yanlışları atlamayan ve topluma doğruları ısrarla söylemekten bıkmayan bir entelijensiyadan daha fazla ne isteyebiliriz? Bu aydınların varlığına müteşekkir olmamız, onlara düşen görevin yerine getirildiğini kabullenmemiz lazım…Bu durumda söz konusu grubun, yani Kemalist olmayan liberal/sol aydınların toplum ve siyaset üzerindeki etkisizliğini nasıl açıklayabiliriz?
Akla gelebilecek gerekçeler, halkın ve siyasetçilerin anlama kapasitelerinin düşüklüğü, ya da evrensel normları benimsemekten uzak bir kültüre sahip olmaları, veya oportünist bir anlayışla hayata baktıkları, yani ahlaki değerlerinin pek de yüksek olmadığıdır. Ayrıca ülkenin cemaatçi yapısından ve muhafazakarların bilinçli olarak ‘laiklerden’ etkilenmediğinden de dem vurabiliriz. Ancak bütün bunlarda gerçeklik payı olsa bile söz konusu entelektüellerin kendi dışlarındaki gerçekliği bir nebze de olsa etkilemeleri beklenirdi. Daha ilginci son dönem yapılan saha çalışmalarının yukarıdaki varsayımları en azından toplum nezdinde doğrulamıyor olması. Yükselen eğitim ve küreselleşme koşullarında, toplumun normları hızla yükselirken, ahlaki bakışında da kategorik bir yıpranma söz konusu değil. Aksine Türkiye toplumu yaşananların çok daha farkında ve gerçekçi tercihler yapmaya eğilimli. Ayrıca kimliklerin kendi içinde çoğullaştığı ve melezleştiği bir süreçteyiz. Diğer bir deyişle Türkiye etkilenmeye, düşünmeye ve bakışını değiştirmeye hazır. Yeter ki karşısında anlamlı ve sahici bir yaklaşım bulsun.
Dolayısıyla sorun büyük ölçüde laik aydınların bakışından ve yaklaşımından kaynaklanıyor. Bakış doğruları bildiğinden fazlasıyla emin, yaklaşım ise bu doğruları toplumun üstüne boca etmeye fazlasıyla hevesli… Hükümete, iktidara ve genelde siyasete yapılan eleştiriler ancak yüzeysel olarak anlam ifade ediyor. Çünkü adil bir biçimde ve meseleleri hak ettiği bağlama yerleştirerek bakılmıyor. Gerçekliğin önemli kısmını göz ardı ederek, geri kalanını ise parlatıp cilalayarak sunan yapay bir bilimsellik söz konusu. İkincisi önerilen ‘evrensel’ doğruların derinlikli bir analizi yapılmadığı gibi, bunlar siyaseti ve toplumsal tercihleri dışlayan bir sahte uzmanlık ambalajıyla vazediliyor. Sanki doğrular zaman, mekan ve insandan bağımsız olarak ‘orada’ duruyor ve bizlere düşen de ‘hakikati’ hazmedip onu uygulamaktan ibaret. Oysa bu yaklaşım siyasetin ölüm fermanı… Bu yaklaşım topluma ‘senin talep ve tercihlerin önemli değil, onların ne olması gerektiğini ben bilirim’ diyor. Ne var ki Türkiye toplumu ilk kez gerçek siyasetin eşiğinde ve bu fırsatı kendinden menkul entelektüellerin hezeyanına malzeme yapmaya hiç niyetli gözükmüyor.
Böylece sonuçta siyaset kendi hükmünü icra eder, toplum yüzyılın en otantik dönüşümünü gerçekleştirirken, laik kesim sol/liberal aydınları stadyuma girememiş fanatik seyirci kıvamında ‘kişiliklerini’ korumakla yetiniyorlar…
AKŞAM GAZETESİ