Lahey’de insanlığın vicdanı olmak

SİNAN ÖN

Güney Afrikalı avukatlar, Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail’i ‘Soykırım suçu ile yargılatacak’ başarıyı elde ettiler. Filistin’in yanı başında dinsel, tarihsel ve ırksal birlikteliği olan onlarca komşusu varken; “Kudüs’ü kırmızı çizgisi” olarak görenler dururken; 7 bin Km uzaklıktaki Güney Afrika bu onura nasıl layık olmuştu?

Bu sorunun cevabı Güney Afrika’nın tarihsel tecrübesinde yatıyor. 1994 yılına kadar Apartheid rejimi uygulanan G. Afrika’da, bu avukatların anne babaları oy kullanamıyor; evlerine, tarlalarına, mülklerine el konuluyordu. Bu rejimin en büyük müttefiki ve silah tedarikçisi İsrail’di. Yaşanan bu tarihsel tecrübe onların Filistinliler hakkında diğergamlık kurabilmelerine sebep olmuştu.

Mandela’nın torunları kendi ülkelerinde işlenen cürümlere verilen desteğin hesabını soramadılar belki ama insanlığın vicdanı olarak İsrail’i sanık sandalyesine oturtmayı başardılar. Söz konusu İsrail olunca askıya alınan hukuk kurallarını tüm dünyaya hatırlattılar. Çünkü hukuk kurallarını evinin içinde de uygulayan, sadece kapının dışına çıkınca hatırlamayan bir ülke ancak bunu yapabilirdi.

1913’ten beri siyahların mülklerine ve arazilerine sistematik bir şekilde el konuluyor, tarım alanları ve köy arazileri kamulaştırılıp beyazlara dağıtılıyordu. Belirli bölgeler “siyahlara yasak alan” ilan edilmiş, siyahların beyazlarla evlenmesi, şehir merkezlerinde oturmaları, beyazlarla aynı kamu hizmetlerinden faydalanmaları yasaklanmıştı. İnsanlar ırklarına göre nüfusa kaydediliyor ve ırklara özel düzenlemeler uygulanıyordu.

Bu ırkçı/ayrımcı rejime karşı muhalefetin ilk fitilini 1893 ile 1915 yılları arasında Güney Afrika’da yaşamış daha sonrasında Hindistan’ı bağımsızlığına kavuşturacak olan Mhatma Gandhi ateşlemişti. İngiltere’de eğitim almış beyaz olmayan bir avukatın Güney Afrika’da yaşayan Hintliler için verdiği hak mücadelesi siyahları da etkilemişti. Batı’da eğitim almış, orta sınıf siyahlar African National Congress  (ANC) adında bir örgüt kurdular. Ayrımcı rejimin gittikçe kurumsallaştığı 1940’lı yıllarda Mandela gibi gençler bu örgütün gençlik yapılanmasında görev alıyorlardı.

Güney Afrikalı Hintliler, melezler, siyahlar ve Apartheid karşıtı beyazlar kitlesel eylemler düzenlemeye başladılar. 1952 yılında gerçekleştirdikleri bir eylemde siyahlar, kendilerine yasak olan bölgelere girdiler. Her geçişte göstermek zorunda oldukları belgeleri yakarak, rejimi meşru bulmadıklarını ilan ettiler. Eylemlerde yüzlerce insan öldürüldü. 8.000 kişi tutuklandı, işkenceler gördü. Buna rağmen ANC uzun bir süre barışçıl yöntemlerden vazgeçmedi. Geniş bir sivil toplum ittifakı kurarak anayasal reform önerileri sundu, müzakere çağrısı yaptı.

Ta ki, 1960 yılında Sharpville’de yapılan gösteriye kadar. Bu gösteride polis göstericilerin üzerine ateş açıp 67 siyahı katletti, binlerce kişiyi gözaltına aldı. Birçok kanaat önderi hapse atıldı, ANC kapatıldı. Bunun üzerine ANC de kendi silahlı örgütünü kurdu. Halkın Mızrağı adıyla kurulan bu örgüt, 1961’den 1994 yılına kadar 200’den fazla silahlı eylem gerçekleştirdi.

Bu arada 1963 yılında arkadaşlarıyla birlikte yakalan ve yargılanan Mandela, ömür boyu hapis cezası almış, ancak onun hapse atılması Apartheid rejimine karşı tepkilerin artmasına yol açmıştı. Artık okul çağındaki çocuklardan kadınlara, beyazlardan siyahlara herkes eylemlere katılmaya başlamıştı. Rejim ise giderek vahşileşiyor, çocukların üzerine dahi ateş açıp katletmekten çekinmiyordu.

Bütün bu katliamlar neticesinde siyahları destekleyen beyazların sayısı da artıyordu. Bu desteklerden en anlamlıları ise Güney Afrikalı Yahudi gençlerin ANC’ye katılmasıdır. Öyle ki, Yahudi olan Joe Slovo uzun yıllar Halkın Mızrağı’nda askeri liderliği üstleniyor,  Mandela’yla birlikte tutuklanan 6 beyazın tamamı Yahudilerden oluşuyordu. Tutuklanan Mandela ve arkadaşlarının avukatlığını da bir Yahudi üstlenmişti. Ülkede 120 bin kişilik Yahudi nüfusu vardı ve Yahudiler Apartheid rejimine karşı direnişte oldukça etkindiler. Öte yandan Mandela’ya ömür boyu hapis cezası isteyen savcı Percy Yutar da bir Yahudi idi ve bu sebeple ülkedeki Yahudi cemaat ikiye bölünmüştü.

Irkçı devlet başkanı Botha’nın ölümüyle iktidara gelen F. W. Klerk, uluslararası baskılara dayanamadı. Kısa bir sürede siyasi tutsaklar serbest bırakıldı. ANC hakkındaki yasak kalktı ve Mandela 1990 yılında görkemli bir şekilde serbest bırakıldı. Halkın Mızrağı silahları bırakmış, beyazlarla siyahlar uzun süren müzakerelere başlamıştı. Yürütülen müzakere süreçleri, iki tarafın barış karşıtı grupları tarafından baltalanmaya çalışılmış; katliam ve bombalı saldırılar devam etmiş, hatta radikal beyazlar bir darbe teşebbüsünde dahi bulunmuştu. Ancak Klerk ve Mandela sonu Nobel Barış Ödülü’yle taçlandırılacak bir anlaşma ile yeni anayasa üzerinde uzlaşabildiler.

Artık herkes oy kullanabilecek ve ülkenin %70’ini oluşturan siyahlar ilk kez seçme ve seçilme hakkına sahip olacaktı. Bu durum daha önce neredeyse bütün kamu görevlerini, siyasi pozisyonları dolduran beyazların ayrıcalıklarını kaybetmeleri, iktidar gücünü ilk düzenlenen serbest seçimde bırakmaları anlamına geliyordu. 

14 Şubat 1995 tarihinde Nelson Mandela, bir kez daha cübbeli hâkimlerin karşısındaydı ama bu sefer sanık sandalyesinde değildi. Mandela siyahların ilk kez oy kullandığı 1994 seçimlerinde ülkenin ilk siyah başkanı seçilmiş ve yeni kurulan Anayasa Mahkemesi’nin yemin törenine katılarak, açılış konuşmasını yapmıştı.

Törende, 1963 yılında ömür boyu hapis cezası aldığı davada avukatı olan Arthur Chaskalson da vardı. Güney Afrikalı bir Yahudi olan Chaskalson, 11 üyeli Anayasa Mahkemesi’nin 7 beyaz üyesinden biriydi ve ömrünü Apartheid rejiminin ayrımcı politikalarına karşı dava açmaya, siyah hukukçuları gönüllü bir şekilde yetiştirmeye adamıştı. Arthur Chaskalson da o gün, yeni kurulan Anayasa Mahkemesi’nin ilk başkanı seçilmişti. Müebbet hapse mâhkum “vatan haini” siyah bir adam devlet başkanı, avukatlığını üstlenen beyaz Yahudi bir avukat ise Anayasa Mahkemesi başkanı olmuştu.

Mandela konuşmasına şu sözlerle başlamıştı: “En son bir hâkimin karşısına çıktığımda hakkımda idam cezası verilip verilmeyeceğini bekliyordum. Neyse ki ben ve yoldaşlarım idam cezasına çarptırılmadı. Ve bugün bir sanık olarak değil, Güney Afrika halkı adına, Güney Afrika’nın hiç sahip olmadığı bir mahkemenin, demokrasimizin geleceğinin bağlı olduğu bir mahkemenin açılışını yapmak üzere buradayım. Geçici anayasada yer alan temel ilkeler için çok mücadele ettik. Kabul edilen bu hak ve özgürlükler, dünyanın başka yerlerindeki metinlerden alınmış basit kelimeler değildir. Bunlar bizim çabalarımızı, özgür ve adil bir toplum hayallerimizi temsil eden değerlerdir.” O bu sözleri ile yaşanmış acıların ürünü olan bir hukuktan bahsediyordu, teoride kalmış soyut metinlerden değil.

Mandela Anayasa Mahkemesi’ne çoğunluğu beyaz, ama hepsi Apertheid karşıtı olan yargıçları aday göstermişti. Anayasa Mahkemesi’nin görevi iktidarı denetlemekti ve seçimle oluşturulmuş kurucu meclisin kabul ettiği anayasayı dahi denetleyerek, daha ilk günden çok itibarlı ve güçlü bir kurum olarak kendini göstermişti.

Güney Afrika Anayasa Mahkemesi kuruluş aşamasında elde ettiği bu itibarını hiçbir zaman bırakmadı ve bugün Lahey’de İsrail’i sanık sandalyesine çıkartan hukukçuları yetiştiren köklü bir kuruma dönüştü. Mahkeme kurulur kurulmaz idam cezasının anayasaya aykırı olduğuna hükmetti. Mandela gibi güçlü bir liderin, “yasaları yürütme kararıyla değiştirebilme yetkisini” anayasayla iptal etti. Ekonomik eşitsizliği telafi etmek için ekonomik ve sosyal haklar konusunda dünya çapında atıf yapılan, derslerde okutulan kararlara imza attı. Devletin ihtiyaç sahiplerinin barınma hakkını karşılama konusunda pozitif yükümlülüğü olduğuna hükmetti. 

Mandela’nın mirasına 26 Ocak’ta işte bu hukukçular sahip çıktılar. İnsan hak ve özgürlüklerinin ve bir hukuk devletinin temel ilkelerinin basit kelimelerden ibaret olmadığını tüm dünyaya gösterdiler. Açtıkları Soykırım Sözleşmesi’ni ihlal davasında mahkemeye, Filistin halkının risk altında olduğunu; soykırımın önlenmesi, soykırımı teşvik eden Siyonist yetkililerin yargılaması, insani yardımların Gazze’ye ulaşmasına izin verilmesi gibi geçici tedbirlerin uygulanmasını kabul ettirdiler. İsrail’i resmen sanık sandalyesine oturttular. 

Lahey’de davaya katılan avukatlar bu geleneğin temsilcileriydi. Devletin vatandaşlarına karşı pozitif sorumluluğunu hatırlatan birçok davada avukatlık yapan Müslüman hukukçu Adila Hassim.  Yolsuzluk yapan eski başkan Zuma’ya karşı açılan davada kendini gösteren Tembeka Ngcukaitobi. Uluslararası hukuk kurallarını bağlayıcı gören ve bunlara sıklıkla atıf yapan John Dugard. Mevcut iktidar ANC’nin antidemokratik uygulamalarına, gazetecilere baskılarına ve Putin hakkındaki yakalama emrinin uygulamasını sağlamak için hükümete karşı dava açan muhalif hukukçu Max du Plessis. İşte böyle bir anayasal yargı kültüründe yetişen bu hukukçular İsrail’e karşı açılan davada önemli bir rol üstlendiler.  

Buna mukabil bu hukukçuların İsrail’e dava açmasının başka sebepleri de var. 60’lı yıllarda Güney Afrika ırkçı tutumu nedeniyle giderek dünyadan tecrit ediliyor, İsrail ise bu rejimin kara gün dostu oluyordu. Bu yıllardan itibaren İsrail ve Güney Afrika diplomatik, ticari ve sosyal açıdan yakınlaşan iki ülke olmuştu. Özellikle iki ülke arasındaki askeri iş birlik çok yoğundu. İsrail Apartheid’a silah satıyor, eğitim veriyor, askeri taktiklerini paylaşıyor, Güney Afrika da öğrendiklerini halklarına uyguluyordu.  

Böyle bir ortamda Apartheid’a karşı direnenlerin gözünde rejime destek veren İsrail de düşmandı. Mandela ve yoldaşları, İsrail’i de bir Apartheid rejimi olarak görüyordu. İsrail’in Filistinlilere geçiş sınırlamaları koyması, köylerinden sürmesi, evlerine ve tarlalarına el koyması, işgalci yerleşimcilerle topraklarını ellerinden alması, duvarlar çekip tecrit etmesi bu görüş için yeterli gerekçeyi sunuyordu.

Dolayısıyla Mandela’nın iktidara gelmesinin ardından, Güney Afrika her zaman Filistin’i destekledi. Filistin’de yaşanan her katliamda büyükelçiliklerini geri çekti ve diplomatik ilişkilerini askıya aldı. Mandela’nın tavrı çok netti: “Filistinliler özgür olmadan bizim özgürlük mücadelemiz bitmeyecek” diyordu. Onun mirası sadece baskıya karşı mücadele vermek değildi. Aynı zamanda bu baskıların bir daha hiçbir yerde yaşanmaması için çalışmaktı.

Mandela, anayasal hakkı olmasına rağmen sadece bir dönem başkanlık yaptı. Popüler kurucu liderlerinin aksine yaşarken koltuğu bırakıp, çekildi. Daha en başından Anayasa Mahkemesi’nin denetimini kabul edip, hoşuna gitmeyen kararlara bile ilkesi gereği riayet etti. Doğru mudur tartışılır ama kendisine ömür boyu hapis cezası verenlerle, soydaşlarını katledenlerle, kendi deyimiyle “bir hayvan gibi” davrananlarla masaya oturup, el sıkıştı. Kendi mahallesini barış uğruna susturdu.   

Anayasa Mahkemesi de onun izinden giderek, temel insan hak ve özgürlüklerini benimsedi. Verdiği  kararlarla bu değerleri, temel hukuk ilkelerini korudu. İktidarı her fırsatta denetledi, içtihadıyla tüm dünyaya örnek oldu. Oluşturduğu dinamik anayasal yargı atmosferinde yetkin, genç ve hakkaniyetli hukukçuların yetişmesine vesile oldu. Bu hukukçular da sırası geldiğinde yeteneklerini ve belagatlerini Lahey’de gösterdiler.

Böyle bir davayı Güney Afrika’nın açması asla şaşırtıcı değil. Zira böyle bir dava için sadece Filistinlileri sevmek, desteklemek yeterli değil. Çünkü sadece insan hak ve özgürlüklerine pratik anlamda inanan ve uygulayan bir anlayış İsrail’in zulmü karşısında çözümü mahkeme salonlarında arayabilirdi. Hukuk kurallarını sadece kapıdan çıkınca değil, evinin içinde de uygulayan bir ülke, Batı’ya İsrail söz konusu olunca askıya aldığı hukuk kurallarını hatırlatabilirdi. Geçmişiyle dürüstçe yüzleşmiş, geçmişin tekerrür etmemesi için anayasal reformlar yapmış bir ülke, İsrail’i kendi zulmüyle yüzleştirebilirdi.

Bu yüzden, şaşırmadan önce biraz şapkayı önümüze koyup düşünmek gerekiyor. Çünkü Filistin davasını savunabilmenin yolu, kendi evimizi temiz kılmaktan geçiyor. Aksi halde bizim payımıza hep “Allah razı olsun Mandela’nın evlatlarından” deyip uzaktan izlemek düşecek.