Muhafazakar kimliğiyle tanınan Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sedat Laçiner'e ait ulus kimlik, devlet ve toplum üzerine dikkat çekici bir yazı. Siyasal sürecin aydın ve entelektüeller üzerindeki ön açıcı ve cesaret verici pozitif katkısına güzel bir örnek.
***
Sedat Laçiner
Hangi millet, hangi devlet?
'Ulusçuluk nedir’ dendiğinde üzerinde uzlaşılabilen tek gerçek onun modern bir kavram oluşudur. Bu anlamda uzmanlar ulusçuluk kavramının en eski kullanımını 18. yüzyılın sonlarına, Alman filozof Johann G. Herder’e tarihleyebilmektedirler. Buna rağmen ulusçuluk kavramının 19. yüzyılın ilk dönemlerinde dahi çok az kullanıldığı, İngilizce’de ‘nationalism’ teriminin ilk olarak 1836 gibi oldukça geç bir tarihte kullanıldığını görüyoruz.
Ulusçuluk, tıpkı komünizm gibi kapsamlı bir ideoloji haline 19. yüzyılın ikinci yarısında gelebilmiştir. Başka bir deyişle karşımızda insanlığın ilk günlerinden beri var olan, kadim bir kavram yoktur. İnsanlık hiçbir dönemde 19. ve 20. Yüzyılda olduğu kadar etnik ve ırksal farklar üzerine devletler kurup, ardından da bu farklara tapınmamışlardır.
Üretilmiş kutsal
Ulusçuluk yeni olduğu kadar yapay, ayni üretilmiş de bir kavramdır. Kavram modernleşmenin ve Sanayi Devrimi’nin bir anlamda ruhudur. Başka bir deyişle ulusçuluk Sanayi Devrimi’nin önemli icatlarından biridir. Kitleleri belli bir hedefe yoğunlaştırmak, birlikte hareket edebilmelerini sağlamak için kutsal ulus ve onun kutsal devleti kavramları icat edilmiştir. Bu açıdan baktığınızda ulus ve ulusçuluk, efsaneler üretilerek zihinlerde inşa edilmiştir. Bundan dolayıdır ki siyaset bilimciler her milliyetçiliğin çok sayıda yalandan oluştuğunda mutabıktırlar.
Aynı şekilde, eğer siyasi mühendislik olarak etnik gruplar veya bir millet, ulus seviyesine çekilebiliyorsa inşa edilmiş bir ulus ve ulus-devlet de pekâlâ yeniden parçalara ayrılabilir.
Hangi ulusçuluk?
Ulusçuluk tecrübelerine bakıldığında tek bir ulusçuluğun olmadığını görürüz. Örneğin Alman ekolünde ırka vurgu daha fazladır. Bugün dahi Almanya için üzerinde yaşanılan topraktan çok, damardaki kan önemlidir. Nitekim Soğuk Savaş sonrasında eski Sovyet coğrafyasındaki pek çok Alman bu sayede doğrudan Alman vatandaşlığına alınmışlardır.
Fransız örneğinde ise belli bir toprağın (Fransa) Fransızlaştırılması vardır. Kemalist Türkiye’nin de örnek aldığı bu anlayışa göre o topraklardaki tüm etnik ve linguistik gruplar tek tipleştirilir, bir üst kimlik içinde eritilir.
Fransız Devrimi (1789) ile aynı döneme denk gelen Amerikan Devrimi ise ulus olma konusunda bambaşka bir deneyim geliştirmiştir. Toprak-temelli bu anlayışta kan ortaklığından ziyade aynı topraklarda doğmuş olmaya ve yaşamaya kutsallık atfedilmiştir. ‘Vaat edilmiş topraklar’ anlayışı ile Amerika’da doğanlar aynı ulustan sayılmışlardır. Bu nedenledir ki anne babası ABD vatandaşı olmasa bile ABD’de doğan bebeklere Amerika vatandaşlığı verilmektedir. Ülkemizden de pek çok insan çocukları ABD vatandaşı olabilsin diye hamileliklerinin son evresinde ABD’ye girmeye ve doğumlarını orada gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar.
Örnekleri çoğaltmamız mümkün. Buradan çıkan sonuç ise ulusçuluğun her devletin kendi deneyimlerinin ürünü olduğudur. Yani karşımızda reddedemeyeceğimiz toplumsal bir yasa bulunmamaktadır. Bu durumda Türkiye’nin, Allah kelamıymış gibi Fransız örneğini birebir alması ve toprakları üzerindeki tüm insanları zorla tek tipleştirmesi, üstelik bunu en az 150 yıllık bir gecikmeyle yapmaya çalışması yanlış olduğu kadar tehlikelidir de.
Son olarak, Türkiye deneyimlerinden damıttığı, bu medeniyete has, aynı zamanda evrensel gerçeklerle uyumlu bir devlet ve millet anlayışını mutlaka geliştirecektir.
Not: Bu konuda oldukça yararlı bir giriş kitabı olarak bkz.: Anthony D. Smith, Nationalism, (Cambridge: Polity, 2010).
STAR