“Ölçülü sesler vasıtasıyla estetik bir tesir ve heyecan ortaya koyan ve ses üzerine kurulmuş bir sanat.” olarak tanımlanan müzik, bu dar anlamın çok çok ötelerinde bir yerlere takabül eder/etmelidir. Müziğin, yalnız insanın iç âlemine değil, fikriyatından sosyal hayatına pek çok alanda fark edilen/fark edilmeyen olumlu/olumsuz müdahaleleri olur. Rep dinlemeyi bir tarz ve alışkanlık haline getirmiş bir gencin zarafet dolu cümleler kurmasını, ince ve düşünceli bir yaşam tarzının olmasını beklemeyiz. Hakeza, Türk Sanat Musikisi üzerinde derin bağlılığı olan birinden de cevvaliyet yahut muhalefet beklemediğimiz gibi.
Eleni Karaindrou’nun “Sonsuzluk ve Bir Gün” filminin üzerinde düşünürken, müziğinden ne kadar çok etkilendiğimi fark ettim. Tınılar beni alıp uzaklara hem de çok uzaklara rahatlıkla taşıyabiliyordu. Bir tını. İyilik hissi. Kumsal. Sıcak. Yaz. Şiir. Hazmedilmiş bağlılık. Güven.
Bir nakarat halinde yankılanan “Zindanlara sor beni/Bitmez işkencelere” sesleri Diyarbakır Cezaevi’ne, Hayata Dönüş Operasyonlarına, Sivas Davası tutsaklarına oradan Abdühamid Turgut’a kadar kimleri aklıma getirmedi ki?
Şeyh Said’ten İskilipli Atıf’a pek çok öncüyü kasteden “Kıyamlara sor beni/Cellâtlı sabahlara” dizesi “Kuyulara sor beni/Kıyılan Mahrumlara” cümlesiyle birleşince Silopi’de kazılan asit kuyuları ve katledilen onca masumun kanının ülkenin her tarafına sıçradığını fark ettim. Memleketin her tarafı kanıyordu, her tarafı.
Parçanın baş tarafında “Annelere sor beni/Susmayan Çığlıklara” diyordu. Ne kadar isabetli cümlelerdi bunlar. Anneler, bu toprakların tarihidir, hafızasıdır, mukavemet kaynaklarıdır. Cumartesi annelerini acı ve ızdırapla sokaklara çıkaran ve yıllarca her hafta sessiz çığlıklarına makes arayan şey de hafızadır. Halkların acılarını, sancılarını, kayıplarını korur hafıza. Unutturmaz. Balıklardan farklı oluruz böylece. İnsanlık merdiveninde bir basamak daha yani.
Müzik o kadar güçlü bir enstrümandır ki, pek çok teşhisi çoğunlukla dinlenen tınılar üzerinden yapabilirsiniz. Her gün dinlediğimiz notalar farkında olmadan kuşatıyor, değiştiriyor bizi. Şu an bu ülkede yaygın bir ilgisizlik, duyarsızlık, içine kapanıklık varsa, ahlâksızlığın sınırları zorlanıyorsa pop-arabesk kültürün katkısı inkâr edilemez.
Kuyu’yu dinleyince ne çok sorumluluğumuz olduğunu ve ne az şey yaptığımızı fark ettim. Bir müzik parçası, adeta benden hesap sordu. Yalnızca o değil elbette. Mehmet Ali Aslan’ın süreci şah damarından yakalayan “Ergenekon”u, “Başörtüm”ü, “Secde İzi”ni, “Öç”ü ve Lübnan’da öldürülen, mavi zıbınlığıyla enkazdan çıkarılan Vaad bebek için yakılan ağıtı nasıl unutabilirim? Hepsi birbirinden değerli, kıymetli eserler.
Bütün bu ezgileri, marşları dinlerken bir takım eleştiriler zihnime takıldı. Grup Yürüyüş’ün, Grup Yorum’u taklit ettiğine dair. İki grubun birbirine benzetilmesi aklıma başakları getirdi. Çiftçilikten anlamayan birisi uzaktan arpa ve buğday filizini birbirinden ayıramayabilir. Bu durum ikisinin aynı olduğu anlamına gelmez. Zamana ihtiyaç vardır böyle durumlarda. Bir de bakarsınız ki, o yeşil filiz, sararmış, göğermiş ve dolgunlaşmıştır. İşte o zaman farkları ayan beyan ortaya çıkar. Zira her ikisinin de toprağı aynı olsa bile tohumları ve beslendikleri kaynaklar başkadır, bambaşka.
Önümüzdeki yıllarda Grup Yürüyüş’ten daha büyük, daha derinlikli melodiler duyacağımıza ve var olan müzik algımıza dönüştürme ve teşhis perspektifli, irfani, vicdani ve insani katkılarda bulunacaklarına inanıyorum. Kardeşlerimizin seslerinin, soluklarının, notalarının yükselmesini; memleketin dağında taşında, kıyısında ovasında, köyünde ve şehrinde çınlamasını, yankılanmasını, dillere pelesenk olmasını, Mevla’dan içtenlikle diliyorum.
Bu yazı, Tasfiye Dergisi’nin Ocak sayısında yayımlanmıştır.