Tv. ekranlarında, hele de 29 Ekim’den 10 Kasım’a kadar devam eden yayınlarda -resmî yayın olan TRT kanallarını bile sollayan ve özel bazı özel kanallarda- daha bir çılgınlığa dönüşen bir sosyal şartlandırma, -daha doğrusu-, sosyal ilkelleştirme, ahmaklaştırma ve köleleştirmeye yönelik bir propaganda seferberliği bu yıl daha bir yoğunlaştı.
Bazı çevrelerin iddiasına göre, bu durum, Tayyib Erdoğan’da, varolduğunu veya giderek daha bir hissettiklerini iddia ettikleri otoriter yönetim anlayışına karşı çıkmak isteğinden kuvvet alıyor..
Tuhaf bir anlayış..
Diyelim ki, öyle..
Bir otoriterlik ihtimali veya iddiasına karşı, diktatörlüğü üzerinde tartışılmasına bile gerek kalmıyan, ve de 75 sene öncelerde hayattan çekilmiş bir kişiye, onun hâtırâ ve fikirlerine veya onun kurduğu diktatorial yapıya, sisteme sığınmak arzusunda ne gibi bir mantık var?
Yoksa, kendisine normal yollarla karşı konulmakta zorluk çekileceği korkusu ve aczi yaşanılan bir kimseye karşı çıkabilmek için, korkulukları harekete geçirmek ümidiyle, totaliter anlayışın bir sembol ismine sığınmaktan meded ummak mı sözkonusu..
Bu izah akla daha yakın gözüküyor.
*
Ama, yine de, bu görüntünün, modernlik adına yapılıyor olması yok mu, işte burası çekilmiyor..
Düşünelim ki, tam da bugünlerde, Çin Komünist Partisi’nin kongresini yapılıyordu.. 1,5 milyarı bulan nüfusuyla dünyanın en kalabalık ülkesi olan bu ülkede, 86 milyon üyesi olan Çin Komünist Partisi’nin kongresinde bile, hayret edilecek bir şekilde, geçmiş yıllarda görülenin tersine, tek bir Mao fotoğrafı bile yoktu.. Bir takım bayraklar ve orak-çekiç gibi bir takım komünist sembolleri vardı, ama, hiç bir fotoğrafa yer verilmemişti..
Bizde ise..
Üç çeyrek yüzyıl öncelerde ölmüş bir siyasî lider için, televizyonlarda ve diğer medya organlarında bir toplumu fetişizmin, putperestliğin gayya kuyularına yuvarlayacak yığınla öyle laflar- iddialar vardı ki; bunlarla bir yığın ve sürü olarak görülen halk kitleleri, âdetâ, zâhiren ölmüş gibi gözüken bir tanrının ölümsüzlüğüne inandırılmaya çalışılıyor gibiydi..
90 yıla yaklaşan bir zaman dilimi boyunca, bir tek adam figürü, ismi, resmi, büst ve heykellerinin her tarafta olmasıyla yetinilmemişçesine, medyada da, hele de ekranlarda daha bir yoğun ilgi oluşturulmaya çalışılıyordu.. Sanki, siyasî iktidarın, devlet yönetimine 90 yıldır el koymuş kadroların elinden o fiilî hâkimiyetlerini çekip alacağı korkusuna bir tepki olarak, ‘Biz varız ve yine de biz hâkimiz.. Siz ise, bize hizmet etmekte diğerlerinden daha başarılı kadrolarsınız, o kadar!..’ mesajı verilmeye çalışılıyor gibiydi..
Siyasî iktidar da bu durumdan rahatsız olduğu gibi bir görüntü vermiyordu.
Başbakan, yurt dışındaydı ve 74 yıl boyunca, ilk kez, bu 10 Kasım’da Başbakan’ın yer almaması bile bağışlanamaz bir ihmal olarak nitelendi, ama, Abdullah Gül ve Bülend Arınç, tavırları ve hele de yaptıkları konuşmalarla, ‘resmî ideolojinin ikonlaştırılmış ismi’ etrafında oluşturulan şahısperestlik / kişiye tapınma ubûdiyetine bağlananları hayrete düşüren ve hayran bırakacak bir tablo sergilemekte gerçekten de ‘usta’ idiler!!
Bu, bir taktik miydi; yoksa gerçekten de sosyal bünyeye ârız olan dayatmaları bertaraf edelim ve değiştirelim derken, kendileri mi değişmiştiler? Ya da, yıllarca kendi inançlarına korkunç savaşlar verdiğine inandıkları bir anlayışın sembol ismine karşı, ‘celladına âşık olmak’ gibi veya ‘Stokholm Sendromu’ denilen bir hâle mi düşmüşlerdi?
*
Son çağın romen asıllı ünlü tiyatro yazarı Eugene İonescu’nun bir eserinde canladırılan bir diktatör- kral tipini hatırlatan bir tablo canlanıyordu, insanın gözü önünde..
Her tarafta, kralın ismi, resmi, heykeli..
Bütün caddeler, okullar, stadyumlar, hastahaneler, postahaneler ve pastahanelerden, hattâ yol kenarındaki ağaçlara ve bununla da yetinilmeyip ağaçların büyük dallarına bile kralın isim ve değişik unvan ve sıfatlarının verilmesi şeklindeki çılgınlığı hatırlatan bir ilkellik..
Böylesine bir ‘ikon’laştırmadan, kutsamadan sonra, kişinin normal bir insan gibi algılanmasının zorluğu da ortada..
*
Sovyetler Birliği’nde çeyrek yüzyıl kadar Dışişleri Bakanlığı yapan Andrei Gromiko hâtırâtında, Stalin’in ölüm yatağında olduğu ânları aktarır.. Komünist sistemin en üst yöneticilerinden oluşan bütün Politbüro üyeleri Şef’in yatağı etrafında bir araya gelmişlerdir ve acılar çektiği anlaşılan Stalin’in başı, sonunda bir yana düşüverir.. Artık, nefes alıp vermiyordur, ‘Yüce Şef’leri..
Şaşkına dönerler, kocaman kocaman adamlar..
Gromiko -özetle- der ki, ‘Bu, olacak şey değildi.. Tanrı’mız ölmüştü!.’
Evet, olacak şey değildir ve tanrılarının öldüğünü görünce, korkunç bir ruhî travma yaşarlar, şaşkınlaşır- şapşallaşırlar, ne yapacaklarını düşünemiyecek hale gelirler.. Çünkü, her şeyi bilen, her şeye muktedir olan, her şeyin nasıl yapılacağına dair işareti, ışığı kendisinden aldıkları ‘tanrı’ları artık ölmüştür..
Bu, korkunç bir haldir.. Ama, bu dönem uzun sürmez.. Hayat devam etmektedir..
İktidarın güçlü ismi olarak bir kaç kişi sivrilir, ama, Kruşçef göğüsler ipi..
Ve daha ilginci, 1953’de ölen Stalin’in mumyalanmış cesedi, 1956’da, yani ölümünden sadece 3 sene sonra, Nikita Kruşçef’in yaptığı ve Stalin’i tarihlerinin en utanç verici ve en korkunç despotu olarak niteleyen ünlü konuşmasıyla, Kremlin Duvarı’ndaki yerinden çıkarılıp, Moskova çöplüğüne bile atılır.. Ki, Stalin’in ölümü ânında, başucunda bekleyen ve ‘tanrılarının ölümü’nü izleyip şaşkına dönmüş liderlerden birisi de, Kruşçef idi..
*
Gönül isterdi ki, toplumumuz da artık, bu ilkellikten vazgeçsin, kişileri putlaştırmaktan, ilahlaştırmaktan vazgeçsin..
Ama, yazık ki, o noktaya henüz de ulaşamadık..
Utandırıcı ve hattâ iğrendirici bir ilkellik sergilemeyi sürdürüyoruz..
Düşünebiliyor musunuz, sözkonusu kişiye bağlılık adına oluşturulmuş bir derneğin bağlılarından yüzlercesi, 10 Kasım günü ve gecesi, 24 saat boyunca, müslüman halkın, Kur’an’ı baştan sona okumaya verdikleri ’hatim indirme’ yi taklid edip, ‘Nutuk indirmiş’ler!
O ‘Nutuk’ ki, sözkonusu siyasî kişinin, ‘Herşeyi sadece ben yaptım..’ iddiasını doğrulamak için, sadece tarihi değil, yakın çalışma arkadaşlarını da hiçe indirgeyen bir iddialar yığınıdır ki, doğruları kadar yanlışları ve hattâ yalanları da vardır..
Bu ‘Nutuk indirme’ ameliyesini, on yıl kadar önce de denemişti birileri; ama, tutmamıştı.. Şimdi birileri onu yine tekrarlamak noktasına gelmişler..
Genelkurmay eski Başkanı -Ergenekon Dâvâsı’nda tutukla olan- em. Org. İlker Başbuğ da, 10 Kasım günü yayınladığı, sözkonusu siyasî lidere, tıpkı T.C.’nin 3. Cumhurbaşkanı Mahmûd Celâl (Bayar)’in o kişi için ifade ettiği ‘Seni sevmek bir ibadettir..’ sözünü hatırlatıyor ve ‘Seni sadece sevmek değil, seni anlatmak da bir millî ibadettir..’ diyordu..
Bu ilkel ‘kişiye tapma hastalığı’nın, hecmesinin bir süre daha devam edeceği anlaşılıyor..
Bir ilkel kabiledeki köleleştirme ameliyesi..
Böyle olunca da, toplumun daha başka kesimlerinde de giderek daha bir kutsallık atfedilen ilkellikler sergilenebilecektir..
Nitekim, bu günler boyunca, sık sık tekrarlanan ve televizyonlar ekranlarında boygösteren köleleştirici cümlelerden birisi de, ‘Sen olmasaydın, biz olmazdık!’ şeklindeki ve çarpık bir zihniyeti en çarpıcı şekilde yansıtan bir cümle idi..
Bir toplumu veya ferdleri bu gibi cümleler putperestliğe götürmüyorsa putperestlik denilen şey, nasıl bir şeydir, sahi?
Daha ilkokuldan ve hattâ anaokulundan itibaren bu kadar ölçüsüz ululamalarla yüceltilen bir kişi için, -önceki yazıda aktarıldığı üzere- anaokulundaki bir çocuğun yaptığı komik değerlendirmeyi, ’mâdem ki o içimizde, su içersem boğulabilir’ diye su içmeyişini matah bir şey gibi anlatan bir Hürr. yazıcısının traji-komikliğini burada bir kez daha hatırlayabiliriz..
Bu kadar ilkel bir anlayış, coşkulu bir aşk ve sevgi örneği olmaktan çok, küçücük çocukların beyinlerine bile zâlimce şırınga olunan bir ‘putperestlik’ değil midir?
Henüz ilkokula yeni başlayan minik yavrulara bile resmî ideolojinin ‘ikon’laştırılmış ismi hakkındaki görüşlerinin sorulması ve elbette, sadece övücü sözlerin ekranlardan yansıtılması, ayrı bir facia.. ‘Filanı seviyor musun?’ la yetinilmiyor, ‘Niçin seviyorsun?’ sorusu da ekleniyor.
Koskocaman kişiler o minik yavrulara öyle sorular sorduklarına göre, onlar ne gibi bir karşılık versinler? Bu durumda, sadece övgü sözleri değil, ‘O olmasaydı, biz olmazdık..’ lafları da dökülüyor minik dudaklarından; tıpkı koca laik bebeklerinki gibi.. Körpecik çocuklar da büyükleri gibi ürpertici şekilde şartlandırılmıştı, çünkü.. Daha büyümüş, belirli bir yaşa erişmiş olanlar da, bu durumu öylesine kanıksamışlar ki, ‘Yahu bu sözler, putperestlik değil mi?’ diye itiraz cümlesi söylenecek olsa, hemen, ‘Sen yoksa atamızı sevmiyor musun?’ diye çullanmaya hazır bir hâlet-i ruhiye içindeler..
*
Yüzlerce gencin katıldığı bir tv. proğramında, gençlerin muhtelif mes’eleleri ele alınıyor. Bir kemalist genç ayağa fırlıyor ve ’Arkadaşlar salonumuzda (...) resmi var. Lütfen oturmamıza biraz dikkat edelim. Bacak bacak üstüne atan arkadaşlarım, size sesleniyorum!.’
Bu komik istek, haydi itirazla karşılanmadı, en azından mânâlı bir gülüşme beklenebilirdi.. Ama, hayır, öyle de olmuyor ve yüzlerce genç, bu isteği alkışlarla destekliyorlar..
Sanki, o fotoğraftaki kişi, hayatta ve aralarındaymışçasına..
Bu gençlere, 75 yıl öncelerdeki büyük babalarının, dedelerinin kimler olduğu sorulsaydı, büyük ihtimalle isimlerini bile hatırlamıyacaklardı..
Yani, ’köleleştirme’nin de ötesinde, bir toplum, bir kişiye bir ‘Yaratıcı’ gibi taptırılmaya çalışılıyor! Bunun başka bir mânâsı yok..
Bir insan veya bir toplum, nasıl olur da, kendi varlığını, bir başka insana borçlu görür; ‘O olmasaydı, ben olmazdım, biz olmazdık..’ diye aşağılar?
*
Müslüman halkımızın kutsalına veya kutsal kabul ettiği inanç ve âdetlerine karşı, bir hemoglobinli devrim kriziyle, amansız bir savaş açan bir anlayışın öncüsü hakkında, ‘Ondan başka kutsalımız yok..’ dercesine oluşturulan bu resmî söylemin nerelere vardırıldığını anlamamakta ısrar edenler, dağ yamaçlarında kardı dağların gölgelerinde şekillenen insan kellesi görüntülerinden bile meded umulduğunu düşünmeli ve utanmalı değil midirler?
10 Kasım günü de Hürr. gazetesinin internet sitesinde, bir heykelle birlikte verilen fotoğrafta, ‘Bulutlara dikkat..’ deniliyordu.. Orada, bulutlarda oluşan bir şekilden, sözkonusu siyasî lider için; göklerden bir işaret verildiği gibi mesaj çıkarılmak isteniyordu topluma ve toplum bu yolla ahmaklaştırılmaya çalışılıyordu..
Müslüman bir halkın kutsalıyla, kutsal inançlarıyla savaşmak adına oluşturulmuş bir laiklik anlayışının, sonunda, kendi kutsalını üretmek gibi komik ve ilkel bir anlayışa sığınacağını herhalde, sözkonusu siyasî kişi bile tasavvur edemezdi..
*
Kocaman kocaman adamlar, tv. ekranlarında konuşuyorlar, proğramlar sunuyorlar ve iki kelimelerinden birisi, neredeyse, ‘atamız’ oluyor..
Kendisini -tarihî gerçeklerle de hiç ilgisi olmayan bir şekilde- bir kavmin atası, babası olarak isimlendirten, böyle bir isim-sıfatı lütfen kabul etmek tevazuunu (!) gösteren bir başka lider kaldı mı, yeryüzünde.. Kuzey Kore’den gayri?
Gazetelerde, 74 yıl öncelerdeki bir cenaze töreninin fotoğrafları yayınlanıyor, bütün bir milletin, ‘ata’larının ardından nasıl ağladığı yansıtılıyor..
Halbuki bu medya, henüz 10 ay öncelerde, Kuzey Kore’nin diktatörü öldüğünde, günler boyu dünya televizyonlarına yansıyan kitlevî ağlama görüntülerindeki ilkelliği dehşetle ve de eğlenerek değerlendirmiyor muydu?
*
Bir tv. kanalında H. Bayrakçı isimli akademisyen ile gazeteci Melih Altınok arasında geçen şiddetli tartışma ise.. Daha bir ibret vericiydi.. Çünkü, Altınok, sözkonusu kişi adına tesis edilen resmî ideolojinin devrim adına yaptıklarının yanlışlığını ve pek çoğunun sorgulanması gerektiğini söylerken, diğer konularda, normal bir havada tartışan Bayrakçı’nın, ‘Ben seninle, bu konuyu tartışmam..’ diye yan çizmesi ve bunun sebebi olarak da o resmî ideolojiye ismini veren kişiyi çok sevdiğini göstermesi trajik-komik bir durum idi..
Birisini elbette sevebilirsin, ama, tartışmıyacaksan, tartışamıyacaksan, ne demeye çıktın o proğrama?
Doğrudan Amerikan menşeli bir başka tv. proğramında ise, o gün, birileri aynı konuda medhiyeler düzme yarışına girmişlerdi.. Birisi, savaştan yeni çıktıktan Barış Konferansı heyetinin başında Lozan’a giden İsmet Paşa’nın ve başı örtülü eşi Mevhibe hanımın, ingiliz başbakanı Lord Curzon ve eşi ile aynı kılık kıyafete büründüğünü, onlara ayak uydurmaktaki mahareti alkışlıyordu..
Cumh. yazarlarından A. Sirmen ise, ‘ikon’larının ne kadar etkili olduğunu göstermek için, Hititler, Sümerler gibi, binlerce yıl öncesine aid tarihleri bile türk kavminin tarihi olarak okutan anlayışın, Mısır’da da Firavun Okulu’nu, firavunuculuk anlayışını başlattığını anlatıyordu..
Daha niceleri var ki, herbirisi, bunların benzeri..
*
Bütün bunlar, toplumumuzca dehşetle, utançla karşılanması gereken bir durum değil midir?