"ikinci sayfada devlet yok"
Mehmet Said Aydın
Her edebî metinde yazar ile anlatıcı arasında bir mesafe mevcuttur. Ancak bu mesafenin kapandığı zamanlar olup olmadığını veya aradaki uçurumun ne kadar olduğunu hesap etmek imkânsızdır. O yüzden hakkında yazmaya cesaret edeceğim şiirlerdeki anlatıcının nerede bittiğini yazarın nerede başladığını bilmediğimi itiraf ederek söze girmek en doğrusu olsa gerek.
Mehmet Said Aydın'ın ilk şiir kitabı olan ve 160. Kilometre Yayınları'ndan çıkan "kusurlu bahçe"den bahsedeceğim. Kitapta, kitabın ismini paylaşan bir şiir olmasa da Aydın'ın şiirlerinin hemen hepsinin "kusurlu bahçe"yle irtibatı olduğunu düşünüyorum. Bana kalırsa, bahçedeki 'kusura bakmak' için, anlatıcının "mağduriyeti"yle beraber var olan"mağruriyet"ini görmek gerekir.
Aydın'ın şiirlerinde sezdiğim "mağdur-mağrur" ikiliğini içeren dizeler bana, bir 'mağdur' olarak "Yer Altından Notlar"ı okurken hissettiklerimi hatırlattı en çok. Romandaki 'hasta adam'ın, hayatı "ben ve onlar" ikiliği içinde algılaması, 'onlar'a hem tiksinti hem de üstün gelme hissiyatıyla yaklaşması, 'onlar'la ya küçümseyerek ya da zorluk çıkararak ama asla 'onlar'a kayıtsız kalamayarak ilişkilenmesi Aydın'ın anlatıcılarına da hâkim olan bir duygu durumu sanırım. "kusur" isimle şiirde şöyle deniyor misal:
"bekliyorum, gözlerine bakıyorum onların, kıskanıyorum ellerim ne kara
ellerimden bir şeyler bekliyorum hep, ben ellerimden hep bekledim. çalsınlar
onlar çalsın ben ellerimi saklayacak bir yer bulmaya gidiyorum biraz koşarak
(...)
ben çok şeye kusur kaldım.
çok şey kusura baksın bu yüzden."
Başka bir şiirde de "ellerim beyaz da değil üstelik, saklayacak yer hep bulunur" deniyor (figan, s. 19). "Ellerini saklamak" ihtiyacının "kusura baksın" müdanasızlığıyla bir arada var olmasında hissedilen "mağdur-mağrur" gerilimi, Aydın'ın egemen paradigmayı ihlal eden iki kimliğinden, Kürtlüğünden ve devrimciliğinden neşet ediyor sanki. Çocuklarına her gün Türklük üzerine ant içtiren bir memlekette Kürtlük, İçişleri Bakanı'nın kamuoyu önünde açıkça komünistleri zelilleştirebildiği bir ülkede devrimcilik kusurdur elbet, hem de "aslî kusur". Anlatıcının işçileri ve garsonları tekrar be tekrar hatırlaması, onların derdiyle dertlenmesi, Kürtlük ile emek sömürüsü arasındaki bağın şiirlerde sıklıkla yer bulması da sanırım bundan.
"işçilere baktım, Kürtçe diye bir dil konuşuyorlardı" ("katl", s. 34)
"duydular, söylemiştik onlara garsonlar için bağırmamız gerektiğini" ("duydum", s.28)
"devrim olmadı bir yerde, işçiler gülmedi yok yere" ("kim geldi", s. 79)
"Deprem Van'da değil de İzmir'de olsaydı devletlû yine "potansiyelini görmek için" vatandaşların hayatını riske atmayı göze alır mıydı?", "N.Ç.'nin sahipsizliğinin sebebi biraz da Mardin'de doğup büyümüş olmasında mıydı?", "O meşum linç gecesi Ahmet Kaya'yı cansiparane koruyanlar neden garsonlardı?" veya "En ağır çalışma koşullarına sahip mevsimlik işçilikle kot kumlama işçiliği neden çoğunlukla Kürtler tarafından yapılıyor?" gibi sorulara eğilmeye başladığınızda anlatıcının garsonları ve işçileri neden hatırladığını da, hatırlattığını da anlayabilirsiniz.
Ancak Aydın'ın şiirindeki anlatıcının Dostoyevski'nin 'hasta adam'ından oldukça önemli bir farkı var. Zira şiir ve belki de şiirin hâsıl olduğu diyebileceğimiz "kusurlu bahçe" sığınılabilecek bir "yer altı" değil. Bilakis, "öfkesini unutmamışlar için" yazılmış bu şiirler, okuyucuyu hem "şiirden medet" ummaya hem de sokağa, meydana, bağırmaya davet ediyor. Ki şiir ve sokak arasındaki geçişlilik, 160. Kilometre Yayınevi'nin "Şiir direnirse kazanacak" sloganıyla da oldukça örtüşüyor.
Aydın'ın şiirinde kusur, aslında "fazla" anlamına da gelir. Egemeni "sen fazla oldun ama!" diye gazaplandırmaya en yatkın 'fazlalık'lardır, kusurlu olanlar...
"ölüler niçin öldükleri yaşta kalırlar ya deliler kaç yaşındadır? meydanlardaydım
duydular, biz bazen ölü bazen deli olarak oradaydık çünkü buydu onların istediği"
Şiirdeki anlatıcı(lar) birinci tekil yahut çoğul şahısla sesleniyor okura ama özellikle siyasal olanın kendini dolaysızca ortaya koyduğu şiirlerde, anlatıcının genellikle "biz" olması dikkat çekici. Anlatıcı pek çok konuda "tamamen kuşkuda" olsa bile, bir "biz"in olduğuna dair şüphesi yok. Fakat şiir işçiliğine dair bir tereddüt var sanki ve "ellerimde nasır yok, olsa olsa mürekkep lekeleri" ("yol", s.59) dizesiyle karşılaşmayı buna borçlu olabiliriz.
Son olarak, anlatıcıyla şair arasındaki mesafeyi ölçme becerisinden yoksun olduğumu girişte itiraf ettiğimi anımsatarak, Aydın'ın "kusurlu bahçe"sinin, çocukluğu 90'lı yıllarda bölgede geçmiş bir şair olmasıyla bağlantılı olduğunu düşündüğümü belirtmem gerek. Aydın, kitabını bölgede estirilen zulüm yıllarında kaybettiği edebiyat hocası Erdal Can'a ve "ölüler hep öldükleri yaşta" kaldığından kendisiyle aynı yaştayken öldürülen Figen'e adamış. "Faili meçhul" kâğıt üzerinde iki tırnağın içine sığıyormuş gibi görünse de bizzat hayatın içinde tecrübe edildiğinde tırnağın içinden taşan ağır bir ızdırap ve evet, "hayat kelimelerden fazladır"...
Aydın, ilk şiir kitabında bizi "kusurlu bahçe"ye ve sokağa davet ediyor. Ne dersiniz, şiir kazanacak mı?
YENİ ŞAFAK