Kurucu suç

Etyen Mahçupyan

 

İmparatorlukların çökme ihtimalinin idrak edilmesiyle birlikte özellikle Balkanlar'da, sonraki dönemleri temelden etkileyecek olan bir mobilizasyon yaşandı.

 

Cemaatçi yapının giderek keskinleştiği bir ortamda gelen modernlik, her cemaatin milliyetçileşmesine neden oldu. Öte yandan cemaatler arasındaki husumet karşılıklı saldırıları ve dolayısıyla korunma ihtiyacını öne çıkarmıştı. Buna elinde silah olanın yiyeceğe erişim gücünü ve silahın kendiliğinden üreteceği hiyerarşileri de ekleyin... Sonuç milliyetçiliğin aynı zamanda mafyavari bir örgütlenmeyi de ima etmesiydi. Buna karşılık ilişki tersten de kurulmuştu: Her cemaat içinde mafyavari örgütler hızla milliyetçiliğe kaydılar ve güçlerini böylece meşrulaştırdılar. Derken çatışmalar bir biçimde söndü ve ayakta kalanlar kendi milli devletlerini kurdular. Ne var ki bu geçiş tarihsel süreklilik içinde yaşanmaktaydı. Yani milli devlet öncesinde güçlü olanlar, milli devletin de doğal yönetim kademesini oluşturdu. Kısacası Balkanlar'dan başlayarak, Anadolu'yu da içine alan bir biçimde bu coğrafyada milli devletler yasadışı güç sahiplerinin devlet üzerinden yasal güç haline gelmelerinin de zeminini sağladı.

İttihatçılık bu zeminin en belirgin akımlarından ve kurumsallaşmalarından biriydi. Örneğin Ermeni tehciri sırasında hapishanelerdeki mahkûmların çıkartılarak asker ve sivil çetecilerle birlikte Teşkilat-ı Mahsusa birliklerinin parçası kılınması hiç de yadırganmadı. Devlet ele geçirildikten sonra ise bu çeteciler devlet memuru haline geldiler ve 1913'te meşhur Mukavvat Kanunu, yani memurları 'güçlendirici' yasa çıkarıldı. Bu yasa memurları hukuk karşısında koruyordu ve zaten bir süre sonra da, Ermeni tehciriyle birlikte, Memurin Muhakemat Kanunu haline gelecekti. Kısacası devlet kendi memurlarının yasa dışı iş yapmasını normalleştirdi, onları bu yönde teşvik etti ve korudu. İdeolojik zırh olarak ise devletin yüksek menfaatleri öne sürüldü ve milliyetçilikle devletçilik arasında organik bir bütünsellik sağlandı. Öyle ki gerçek milliyetçiliğin devletçilikten kopartılamayacağı kanısı yaygın bir biçimde toplumun zihnine kazınmış oldu. Bunun anlamı devletin milliyetçiliği kendi uhdesine alması, böylece milli kimliği belirleyerek 'vatandaşı' bir rehin statüsüne indirgemesiydi.

Cumhuriyet bu konumu değiştirmedi. Kemalizm İttihatçılığın üzerine bir kılıf örterek onu bir yandan cumhuriyet olmanın gerekleriyle uyumlu bir hale sokmaya, diğer yandan da modernliğin gereği olarak gördüğü evrensel nitelikler üzerinden tanımlamaya çalıştı. Kemalizm'in Mustafa Kemal'in kişisel karizmasından beslenen bir ideoloji olarak sürümde kalması ise iki siyasî sonuca yol açtı: Bir bölüm ittihatçının tasfiye edilmesi kolaylaştı, ancak ittihatçılığın Kemalizm'in koruması altında palazlanmasının ve devlet içinde yerleşik hale gelmesinin yolu açıldı. Eğer İttihatçılık devlete sahip olma ideolojisi ise, Kemalizm de iktidarın devlet sahipliğini meşrulaştıran ideolojiydi... İttihatçılar devletin omurgasını, zihniyetini ve milli stratejisini oluşturmayı sürdürdüler. Mustafa Kemal'in 'tek adam' olarak yüceltilmesi, aynen kuvvetli bir ışığın etrafındaki nesneleri görünür olmaktan çıkarması gibi, aslında İttihatçılığın iktidarını sağlamlaştıran bir unsur oldu.

Bu tarihsel sürece baktığımızda devletin içindeki çeteleşmeye şaşırmak pek mümkün değil. Aksine çeteleşmeden bağımsız olarak var olmayı bilmeyen bir devlet anlayışı ile birlikte yaşamakta olduğumuzu idrak etmekte yarar var. Nitekim Hrant Dink cinayeti ile ilgili Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Raporu'nda analizin 1913 yılından başlatılması son derece isabetli. Bu tarihin Ermeni tehcirinden önce olması da tarihi kavramakta önemli bir ipucu. Rumların sürülmesinin 1913'te, Süryanilerin kovulmasının 1914'te yaşandığını hatırlamak epeyce uyarıcı olabilir.

İttihatçılık diğer cemaatlerin gönderilmesi, 'temizlenmesi' ve mal varlıklarına el konarak paylaştırılması sonucunda, hem bir ulusun inşa edilebileceğini, hem de o ulusun bu temizliği gerçekleştiren yönetici kadroya sahip çıkacağını öngören bir yaklaşımdı. Milli olanın yaratılabilmesi yeterince yaygın bir suç paylaşımını ima ediyordu ve bu tercih bir Balkan milliyetçiliği için hiç de sıradışı değildi. Cumhuriyet bu geçmişi yeniden yazılan bir tarihle gizledi ve süsledi. Bir 'milli bellek' üretti... Cumhuriyet kendi geçmişinden kopartılırken, toplum da tarihsel gerçeklikten kopartılmış oldu. Türk kimliği devletin belirlediği şekilde düşünen ve davranan, devlete ideolojik olarak biat etmiş insanların kimliği olarak şekillenirken, olası hayatiyetini de kaybetti ve devlete mahkûm, ancak onun koruması ile ayakta kalabilen bir kimlik haline geldi.

Kısacası İttihatçılık ve Kemalizm sadece bu topraklardaki diğer kimliklerin 'bitirilmesi' işlevini görmediler, aynı zamanda milli devletin oluşturduğu kimliği de entelektel açıdan iğdiş etmiş oldular. 1915 ve benzeri olaylar bu kalın çizginin üzerindeki irili ufaklı kabarcıklar gibidir... 

ZAMAN