Kürtlük, solculuk, dindarlık...

Ahmet Altan

Her mücadelenin, bu mücadeleye zemin hazırlayan toplumsal nedenleri bütünlüklü bir sistem içine yerleştiren, onu bir amaca, bir çözüme yönlendiren bir felsefesi, zihinsel bir derinliği, düşünsel bir altyapısı vardır.

O felsefeden ve zihinsel derinlikten koptuğun zaman “mücadele” amacını unutmuş bir kördövüşüne, bir intikam yarışına döner.

Sovyetler çöktüğü zaman, Türkiye Komünist Partisi’nin eski genel sekreteri Nabi Yağcı ile yaptığımız bir televizyon konuşmasını hiç unutmadım.

Ona, “Sovyetler niye çöktü” diye sormuştuk.

O da, “çünkü Marksizmin bir felsefe olduğunu unuttuk” demişti.

Türkiye, bir mücadeleler ve çatışmalar alanı.

Neredeyse bütün insanlarını “tek tip” haline getirmek isteyen bir devletle, toplumun “tek tipin” içine girmek istemeyen kesimleri arasında çatışmalar çeşitli biçimlerde sürüyor.

Ve, mücadeleler gittikçe daha acıklı ve sığ bir hal alıyor.

Çözüm geciktikçe, “amacın” çözüm olduğu da unutuluyor.

Kanlı ve anlamsız bir güç gösterisine dönüşüyor.

Geçen gün, PKK, “ateşkes” ilan ettiğini söylemesine rağmen dokuz askeri, uzaktan patlatılan bir mayınla öldürdü.

Taciz ateşi açarak da bir başka askeri hayattan kopardı.

Niye yaptı bunu?

Bu ölümlerin, Kürt meselesinin çözümüne nasıl bir faydası dokundu?

On tane yoksul çocuk ölünce sorunlar çözüldü mü?

Hiçbir şeye faydası olmadı bu manasız saldırıların.

Sadece on tane çocuk, daha yaşamın ne olduğunu bile anlayamadan öldüler, ailelerinin içi bir daha hiç dinmeyecek bir acıyla yandı.

Türk milliyetçiliği, o çocuklar için üzülenlerin acısından kendi ocağına ateş taşıdı.

Ordu, siyasetin içindeki varlığını sürdürebilmek için bir neden daha buldu.

Bu ölümlerin Kürtlere de Türklere de, intikam yangınını biraz daha harlamaktan başka faydası olmadı.

Barışa bir katkı sağlamadı, tam aksine barışa giden yola bir engel daha dikti.

Bu mu amaç?

Barışı engellemek, ordunun iktidarını palazlandırmak, milliyetçilik ateşini körüklemek mi?

“Biz buradayız, canımız istediğinde askerleri öldürebiliriz” mesajını vermenin, kanlı bir böbürlenmeden, çatışmayı uzatmaktan başka ne amacı var?

Kürtlerin çok ciddi sorunları bulunuyor, kimlik sorunları, anadil sorunları, eğitim sorunları, güvenlik sorunları, ülkenin birinci sınıf vatandaşı sayılmalarını anayasa güvencesine alma sorunları...

Bu sorunların toplumsal nedenleri, bu sorunları çözmek için verilen mücadelenin bir felsefesi, bir zihinsel derinliği olduğunu varsaydığınızda, böyle anlamsız bir saldırıyı nasıl açıklayabilirsiniz?

Kör ve sığ bir çatışmacılığın, on çocuğun adını daha şehitlerin arasına yazdıran kanlı ve çirkin bir gösterisi sadece bu.

Kürt sorunun çözümü için ciddi bir felsefesi, derinliği olan, amacını unutmayan, çözüme giden yolu arayan bir rota bulunmalı ama o rota bu tür saldırılardan geçmiyor.

Bu, Kürt meselesi için verilen mücadeleyi sığlaştırıyor sadece.

Aynı sığlık kendisine “sol” diyen ve bu tanımı ne kadar hak ettiği çok kuşkulu kesimde de gözüküyor.

Bugün kendini sol olarak gören genişçe bir kesim, “solculuğu” Taksim Meydanı itişmesine, AKP karşıtlığına indirgemiş durumda.

Bu, felsefeden, zihinsel derinlikten, yaratıcı çözümden uzak bir sığlığın, acıklı bir düşünce tembelliğinin sonucu.

Bu ülkede sol bir mücadele gerekiyor.

Ama solun amacı, “Taksim’e çıkmak” ya da “bugün var yarın yok” bir siyasi partiye muhalefet etmek, her kaostan yararlanmaya çalışan darbeci bir çeteciliğe mazeretler bulmak değil.

Solun amacı, her zaman olduğu gibi, değişen bir dünyada bu değişimin önünde duran güçlerle mücadele etmek, değişimi engellemeye çalışan “sistemi” kökünden değiştirebilmeyi amaçlayan stratejiler yaratmak, bir altüstten geçişte “ezilenlerin” fazla acı çekmesini önleyecek çözümler bulmaktır.

Bu çözümler de Taksim’in önünde duran bir tabur polisle itişmek ya da asker tarafından hırpalanıp duran bir siyasi partiyi kendine rakip seçmek değildir herhalde.

Sol, hiçbir zaman bu kadar sığ, bu kadar çaresiz, bu kadar felsefesinden kopuk bir hale gelmedi.

Sol, yanlış tercihleri, felsefe yoksunluğu, yaratıcılık eksikliği ve açıkça söyleyelim, cehaleti yüzünden bugün faşizmin kan kardeşi rolüne soyunmuş gözüküyor.

Devletin temel hedefleri arasında yer alan dindarlar için de aynı şeyleri söyleyebiliriz.

Derinlikli bir felsefesi, kapsamlı bir ahlak sistemi olan dindarlık, kendine bir yaşam alanı açmak için verdiği mücadeleyi bugün “türbana” ve AKP’nin iktidarına destek olma noktasına indirgemiş vaziyette.

“Kendinden olanı” kollamak, “kendinden saymadığını” horlamak, dindarlığın hangi felsefesine, hangi ahlakına sığıyor, bilemiyorum.

Milliyetçilik, din felsefesinin neresinde yer alıyor?

Öldürülen, işkenceden geçen Kürt çocukları için ruhunda bir sızlama hissetmeyen bir dindar, dinin ahlakını hakkıyla sahiplenmek, bu ahlakı anlatmak, çocuğuna öğretmek için vereceği mücadelede nasıl başarılı olur?

Ne yazık ki bu üç grup da kendi felsefesinden, amacından, derinliğinden kopmuş vaziyette, her biri bir “siyasi partiye karşıt ya da yandaş” olmayı mücadele sanıyor, amacının bu sistemi değiştirmek, özgürleştirmek, hakkaniyetli bir çizgiye oturtmak olduğunu unutuyor.

Son tahlilde hepsi, değişik biçimde, kendini ezenlere yardımcı oluyor.

Ve bir kere daha görüyoruz ki kendi felsefesinden kopan her mücadele sonunda “lümpenleşip”, kendi “zaliminin” yardakçısı haline geliyor.

TARAF