Anayasa Mahkemesi'nin DTP'yi kapatmasına sanırım kimse şaşırmadı. Çünkü bürokratik vesayet rejiminin önemli unsurlarından biri de, Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu (SPK) ile Anayasa Mahkemesi'ne partiler üzerinde çok geniş yetkiler tanınmış olması.
Kapatılan 26 partiyle Türkiye'nin "siyasi partiler mezarlığı" haline gelmesinin nedeni bu. Anayasa'da 1995 ve 2001'de yapılan değişikliklerin yetkileri sınırlandırmadığı, sadece keyfiliği (kararlarda siyasi mülahazaların rolünü) artırdığı söylenebilir. Ve Anayasa Mahkemesi Başkanı'nın bütün çağrılarına rağmen, bizzat kendisi kapatma tehdidi altında kalan ve olan AKP hükümetinin mevzuatı liberal demokrasilerde geçerli standartlara göre değiştirmeye yanaş(a)madığı da bir gerçek.
Kürt partilerinin birbiri ardına kapatılmaları, şiddete (dolayısıyla PKK'ya) karşı çıkan Kürtlerin marjinalize olmasıyla sonuçlandı. DTP'nin kapatılmasıyla da, bu parti içinde giderek güçlenen PKK'dan bağımsızlık arayışının darbe yiyeceği muhakkak. Abdullah Öcalan'ın başından itibaren bütün gayretinin Kürt hareketinin kendi dışında birileri tarafından temsil edilmesine göz yummamak olduğu malum. Kapatılan DTP'nin başkanı Ahmet Türk'ün bir süredir "Keşke PKK'nın siyasi kanadı olsaydık..." görüşünü yinelemesi bunun bir ifadesi değil miydi? Şimdi ikisi de yasaklı olan Türk ve Grup Başkan Vekili Selahattin Demirtaş, PKK'nın üstlendiği menfur Tokat saldırısına karşı tavır alarak, bu örgütle DTP'nin en azından bir kanadı arasındaki ayrımın altını çizmediler mi?
DTP'nin durumunu en iyi, Kürtlerin ilk legal partisi HEP - DEP'in kurucularından Nizamettin Barış tahlil etti: "Sade Kürt halkı açılıma koşulsuz destek veriyor. Ancak 'Kürt halkının temsilcisiyiz' iddiasında olan DTP'nin tutumu kimseyi tatmin etmiyor. Bağımsız politika üretme konusunda ciddi sorunları olduğu bir gerçek. DTP, bir partiden çok, farklı konseptleri savunanların uyumsuz bir koalisyonu olduğu izlenimini yaratıyor..." Nizamettin Barış, bu tespitten hareketle şunları söylüyor: "Açılım sürecinde Kürtler çağa uygun, özgürlükçü demokratik bir anlayışla temsil edilmiyor. DTP dışında kalan Kürt parti ve aydınlarına düşen sorumluluklar var. Bir kesimi bloke edilmiş, önemli bir kesimi ise arayış içinde olan Kürtler, "lider kültüne dayalı olmayan, bireyin ve toplumun özgürleşmesini esas alan bir yapılanmayı bekliyor ve istiyor." (Taraf, 9 Aralık)
PKK'nın Kandil'deki lideri Murat Karayılan, Hasan Cemal'e özetle, "Diyalog yeri İmralı'dır. Olmazsa bizimle, olmazsa DTP'yle konuşulur. O da olmazsa akil adamlar komisyonu ile..." demişti. (Milliyet, 5 Mayıs 2009) Ama Öcalan kendisinin muhatap alınmasında kesin ısrarlı. Kapatılan DTP'nin Genel Başkan Yardımcısı Emine Ayna da "Çözüm bellidir: Operasyonları durduracaksınız ve muhatabı ile müzakere edeceksiniz..." sözleriyle bunu ifade ediyordu. (Ağrı mitingi, 18 Kasım)
Öcalan'ın "ya ben ya hiç" diyerek, AKP hükümetinin Türkiye'nin Kürt sorununu çözme arayışına karşı, savaş lobisiyle birlikte harekete geçmesinin sebepleri üzerine çok farklı değerlendirmeler var. Kimileri şöyle düşünüyor: Öcalan'ın derdi, kendini kurtarmak. Ama hesabı yanlış. Çünkü ancak silahların susmasına hizmet ederek doğal ömrünü tamamlamadan hapisten çıkmayı umut edebilir. Kimilerine göre de Öcalan, "bırakın DTP'yi, AKP'yi kapattırma" planının bir oyuncusundan ibaret. Bir görüş de şu: Öcalan'ın açıkça demokratikleşme sürecinin karşısına geçmesi, hükümetin elini güçlendiriyor. Artık CHP ve MHP açılımın AKP - PKK prodüksiyonu olduğu iddiasını ileri süremez...
Benim görüşüm farklı: Demokratikleşme sorununun içinde bir Kürt sorunu, onun içinde (ve ondan ayrı) bir de PKK sorunu var. Emine Ayna'ya (sadece) iki noktada katılıyorum: Şiddet bitecekse, silahlar karşılıklı susmalı. Hükümet elbette ki PKK'yı muhatap alamaz, almamalı. Ama İmralı'da hükümlü Öcalan ile dolaylı ve örtülü yollardan konuşuldu, şiddetin son bulması için yine konuşulabilir. Hükümetler İspanya'da, İrlanda'da, Güney Afrika'da dolaylı ve örtülü olarak ilgili herkesle görüşmedi mi?.
ZAMAN