Kürtlerin acısını hissetmek (1)

Ali Bulaç

Tanıdığım en hasbi insanlardan biri olan Cemal Uşşak dostumuz, "Biz dindarlar, Kürtlerin acısını yeterince hissetmedik" diye bir açıklama yaptı, günlerdir gündemde ve tartışılıyor.

Uşşak'ın niyetinden ve ihlâsından bağımsız birtakım çevreler bunu fırsat bilip Müslüman camiayı tekrar temiz bir dayaktan geçirmek üzere sorgu odasına çekmek istediler. Kimileri de "Gelin bakalım, suçunuzu itiraf edin ve ben size suçsuzluk beratı verinceye kadar itiraf etmeye devam edin" demeye başladı; bazı köşe yazarları da her zaman yaptıkları gibi başöğretmen edasıyla dindarları ikiye ayırıp kategorize etti, sonra Milli Görüş geleneğinden gelenleri itirafa ve berat kâğıdını almaya davet etti. Söyleyeyim, bu yazarların değerlendirmeleri hem yanlış hem bilgi hatalarıyla malul.

Müslümanların Kürt sorununa ilgileri konusu epey zamandır tartışılıyor. Cemal Uşşak'ın söyledikleri bu konuyu enine boyuna ele almaya imkân vermesi bakımından hayırlı oldu. Şu açıdan da önemli: Bugün hangi fikrî, politik ve askerî düzeyde cereyan ediyorsa etsin, Kürt sorunu eğer kalıcı bir zemine oturacaksa, gelip dayanacağı ana meselelerden biri "İslam konusu" olacaktır. Ortadoğu'nun genelinde olduğu gibi Türkiye'de veya Kürtlerin yaşadığı coğrafyada sosyo-politik olayları derinden belirlemekte olan İslam faktörünün payı yeterince anlaşılmadan ve hak ettiği önemde ele alınmadan soruna kalıcı bir çözüm bulunamaz. Bunun somut örneği Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ve bugün içeride yaşamakta olduğu derin sorunlardır. Kürtler İslam ümmetinin parçasıdır, yaşadıkları coğrafya sadece Ortadoğu'nun değil, İslam âleminin tam kalbidir. Laik Kürt aydınları kendilerini bu dünyadan ayrı üniteler görse bile, bölgenin tarihi, coğrafyası, ana kültürel kodları, içine girdiği yeni inşa mecrası ve öngörülebilir gelecek açısından İslam dünyası onları kendinden ayrı, bağımsız göremez. Dolayısıyla kalıcı çözüm İslamî çerçevede ve Müslümanların tarihsel tecrübesinde aranıp bulunacaktır.

"Kürt mesele-si"yle ilgili ben de epey çalıştım. En çok kendimi bu konuda söz söylemeye 'hak sahibi' görüyorum. Çünkü ben "Kürtlerin yaşadığı tarihî coğrafyayı İslam dünyasının asli ve tabii bölgesi; Kürt halkını da İslam ümmetinin asli ve tabii bir parçası" gören biri olarak hiçbir zaman Kürt sorununa bigâne kalmadım. (Konuyla ilgili yazdıklarım ortada: Ortadoğu'dan İslam Dünyasına, İst.-1996, s. 221-275; Kürtler Nereye? Çıra Y., İst.-2010.)

Ancak genel olarak ve kamusal düzeyde Müslümanların Kürt sorunuyla ilgili attıkları ilk önemli adım Mazlum-Der'in Ankara'da 28-29 Kasım 1992'de düzenlediği sempozyumdur. Sempozyuma İslami akımların, grup, tarikat ve cemaatlerin neredeyse tamamının temsilcileri katıldı, bildiriler sundu, müzakerelerde bulundu ve son derece gerçekçi, aklı başında, barışı ve adaleti tesis edici bir 'çözüm çerçevesi' çıktı. (Bkz. Kürt Sorunu Forumu, Sor Y. 452 shf. 1993-Ankara.) Buradan iddia ediyorum, ne Kürt milliyetçileri ne "Kürt açılımı"nı başlatıp bir türlü toparlayamayan hükümet -ki 2009'da başlatılan açılıma destek vermemize rağmen hükümet bizlere tek cümlelik fikir sorma lüzumunu hissetmedi-, bizim sunduğumuz "çözüm çerçevesi ve takip edilecek yol haritası"ndan daha gerçekçi, daha doğru ve kalıcı çözüm ortaya koyabilmiş değildirler. (1992'de dile getirdiğimiz çerçeve için bkz. A. Bulaç, Mazlum-Der Kürt formu, s. 25-38)

Mezkûr forumun önemi şuradan ileri gelir: 1978'de kurulup 1984'te silahlı mücadeleye başlayan Kürt hareketi, zaten 1990'ların başında siyasi parti (DEP) kurup kanuni sahneye çıktı, 1992'de Müslümanlar da mezkûr forumu düzenledi. Ardından aynı önemde Nubihar Dergisi İstanbul'da bir Kürt forumu düzenledi ve yaklaşık aynı grup temsilcileri aynı çözüm çerçevesini teklif etti. Daha düzenli bir çerçevede 2008'de Abant Platformu, Kürt sorununu ele aldı ve "Kürt kimliğinin ifadesi, ana dil ve genel af" olmak üzere son derece dikkat çekici çözümler önerdi.

Geniş yelpazedeki konumlarıyla dindar grupların neden bundan daha fazla yap(a)madıklarını perşembe günü ele almaya çalışacağız.

ZAMAN