Başlıkta “Kürtlük-Türklük başka Kürtçülük-Türkçülük bambaşka” diye bir not düşmeye gerek görmedik. Nedeni basit: Bütün ulusalcılar gibi Türk ve Kürt ulusalcıları da Türkçülük-Kürtçülük ideolojisi ve kadrolarına ilişkin bütün itiraz ve eleştirileri otomatik olarak etnik bir topluma düşmanlık olarak niteliyorlar.
Milyonlarca defa tekrarlayarak aradaki ayrıma dikkat çeksek de Türk-Kürt ulus ideolojisi adına hareket edenler ulusal kimlik ile etnik kimlik arasında tam bir eşitlik hatta özdeşlik kurmakta ısrar eder. Bütün ulus kimlikler, ulusalcı ideolojiler birbirine her ne kadar düşman olsalar da yapısal olarak ve varoluş mantıkları açısından çok ciddi benzerlikler gösterirler. Çünkü her biri diğerini besler, rekabet duygusuyla moral kazandırıp ayakta tutar.
Her Türk mutlaka Türkçü, her Kürt de mutlaka Kürtçü olur şartlanması ve dogmatizmi tam da budur. Böyle olunca Türkler veya Kürtler diye asırlar boyunca homojen duygu, düşünce ve ideolojiyle mücehhez kılınmış, diğerlerinden kesin hatlarla ayrışmış bir kitlenin tek meşru temsilcisi olarak konuşma yetkisini hiç kimseyle paylaşmama hakkını da garanti altına almış olurlar. Fakat oluşturulmak istenen böylesi bir imaja rağmen gerçek başkadır: Kürtlük-Türklük hiç tartışmasız Allah’ın bir ayeti olarak Türkçülük-Kürtçülük ise cehalet, kibir ve düşmanlık karakteri baskın olan şeytanın bir iğvasıdır.
Ulusal Kimlik İslamsızlaştırır
Türk ulusçuluğunun yüz yıldır bize ne kadar ağır faturalar ödettiğini şimdi burada zikretmeye gerek yok. Çünkü hali hazırda askeri darbeler ve vesayet kanunlarıyla hesaplaşarak Türkçü/Atatürkçü ideoloji ve kadroların el koydukları devlet marifetiyle ülke ve toplumu içine soktukları cendereden kurtulmaya çalışıyoruz. Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat davaları, 12 Eylül referandumu ve Hükümet tarafından açıklanan paketler kurtulmaya çalıştığımız bu cendereyi, sürecin istikametini ve kapsamını işaretliyor.
Başbakan Erdoğan tarafından 30 Eylül’de açıklanan ‘demokratikleşme paketi” öncelikle hem muhtevası hem de önü-arkası açısından gördüğü tepki itibarıyla kimin ne kadar statükocu-özgürlükçü olduğunu bir kez daha gösterdi. İlaveten İslami değerlerin üzerindeki devlet baskılarının kısmen kaldırılıyor oluşunun da “endişeli modern” çevrelerde nasıl bir panik havası oluşturduğunu daha bir aşikâr etti.
Aslında paketi değersizleştirme ortak paydasında buluşan Kemalist, sol-sosyalist, liberal ve Kürtçü cephe (özetle Gezi Ruhu’nun bileşenleri) en temelde siyaset kurumunu ve dayandığı geniş Müslüman toplum kesimlerinin meşru taleplerinin ezilmeye devam edilmesi yönünde tavır alıyorlar. Elbette bu tavır kendisini “neden pakette Kürtlerin, Alevilerin, Rumların beklentileri karşılanmadı?” gibi soruların arkasına saklayıp açık etmemeye özen gösteriyor.
Bu tarz bir soru ne kadar gerçeği yansıtıyor veya bu mantık örgüsü bize neyi ihsas ettirmeyi hedefliyor? Şimdilik Alevilerin ve Rum-Ermeni cemaatinin beklentilerini ayrı tutup ‘Kürtlerin hakkı’ meselesine odaklanalım, bakalım ne göreceğiz. Mesela BDP adına paketi değerlendiren Ahmet Türk ve Gültan Kışanak gibi tecrübeli ve üst düzey temsilcilere göre “içi boş kabak” en yaygın nitelemeydi. Kürtler yine aldatılmış, yine yok sayılmıştı. İnkâr ve asimilasyon AKP eliyle sürdürülmekteydi.
KCK Başkanı Cemil Bayık’a göre “AKP hükümeti bu paketle son kredisini harcamıştır.” Çünkü “Kürtlerin siyasi iradesini tanımayanlar Kürt sorununu çözemezler"di. (6 Ekim, Hürriyet) Sadece değersizleştirmekle kalmayıp tehdit içeren beyanatlarla Kürtler diye toplumun diğer tüm kesimlerinden büsbütün farklı, sorunları ve çözüm yolları başkalarına benzemez bir halktan bahsediliyordu.
KCK liderlerinden Duran Kalkan’ın tam da bu süreçte en absürt yolu tutarak Başbakan Erdoğan’ı Kürt sorununun çözümü noktasında benimsediği siyaset üzerinden “Kemalizmin en iyi temsilcisi” olarak niteliyordu. Ardından Başbakan Erdoğan’ı “tam da İsmet İnönü’nün burnundan düşmüş bir kişi” şeklinde tasvir ederek (6 Ekim, Özgür Gündem) gerilimi tırmandırmak, atılan adımları boşa çıkarmak üzerine hesaplar yapılıyordu. Yani paket, resmi ideolojiyi zayıflatıp tahakkümü tasfiye etmeyi değil güçlendirip tahkim etmeyi hedefliyor gibi son derece tutarsız bir isnadın altından kalkamaz bir psikolojik operasyonun nesnesine dönüştürülüyordu.
Birkaç örnek cümle seçtik ancak bu kurgu ve söylem bütün KCK-BDP çizgisini kapsıyor. Böyle olunca Kürtlerin Müslüman bir halk olduğu, İslami değer ve semboller üzerindeki baskıların kaldırılmasının birer kazanım olduğu gibi meseleler rahatlıkla çiğnenip öğütülüyordu. Bu sebeple başörtüsü yasağı sadece Türk Müslümanların sorunu sayılıyor ve Kürt Müslümanlar açısından başörtüsü yasağının hiçbir anlam ve önemi olmadığı ihsas ediliyordu.
Makbul Kürt Ulusalcıdır
Paket “içi boş bir kabaktır” demek “Kürt halkının tesettür/başörtüsü sorunu diye bir sorunu yoktur” demektir. Çünkü bu söyleme göre Kürt kadınları için İslami değer ve sembollerin hiçbir önemi yoktur. Zaten “Kürt kadını kimsenin namusu değildir” sloganıyla BDP-KCK siyaseti laik-ulusalcı değerlerle İslami-ahlaki değerleri ezmek üzere konuşlandığı merkezi ikrar etmektedir. Kürt ulus kimliğine hizmet etmeyen açılımlara istihza ile bakılıyor. Halkın İslami değerlerini itibarsızlaştırılarak Kürt ulus kimliği ve kadrolarının hedeflerine kilitlenilmesi dayatılıyor. Kürt ulus kimliğini inşa etmek adına iffet, namus, örf gibi temel ahlaki değerlere savaş açan kadroların başörtüsüne yönelik baskı ve yasakların kaldırılması karşısında umarsız ve değersizleştirici bir duruş sergilemelerinde elbette şaşılacak fazla bir şey yok.
Önderliğin özgürlüğü ve statünün tanınmasından başkaca hiçbir adımı tartışmaya değer görmeyen Kürt ulusalcı siyaset biçiminin en az rakibi Türk ulusalcı siyaset biçimi kadar mütekebbir ve buyurgan olduğu besbelli. Ayrıca Müslüman bir halkın iradesini tekelinde tutma iddiası, önderlik ve lider kadronun iradesiyle halkın iradesini özdeş sayma tutumu hepimizin bildiği gibi tipik bir ulusalcı-faşist propagandadan ibarettir.
Benzer bir durum olan “Andımız” neden sadece ırkçı bir dayatma sayılsın ki! Andımız metni bir insanın Kürtlüğü-Türklüğü ile ilgili olmaktan önce İslami değerlerine yönelik şeytani bir saldırıdır. Andımız, Allah’a sadakat ve kulluğumuzu gölgeleyen, kirleten ulusçuluk ideolojisinin tezahürüdür ki “saf kan Türk çocuklarına” dahi okutmak zulümdür, küfürdür. Nasıl olur da Andımız metni ve törenlerinin Kürt sorununa indirgenmesi kabul edilebilir?
Esas itibariyle Türk olmayanlara okutulması ile Türklere okutulması arasında zerre miktarı fark yoktur. Çünkü bu tip metinler temel insani-ahlaki değerleri tahrip etmek üzere kurulup ulusalcı-militarist ve tektipleştirici misyonlarıyla mevcut iktidar sınıflarının ideallerine amade bir toplum yaratmaya hizmet ederler. Fert ve toplumu Allah’a kul olmakla değil de bir ulusa ve ulu öndere tabi olmakla şükran duymaya mecbur kılan andlar, parçası olduğu diğer törenler gibi eğitim-öğretim düzeni üzerinden işleyen otoriter ve totaliter bir rejimi işaretlemektedir.
Ulusalcı propagandalara papuç bırakmanın bir alemi yok. Gasp edilen veya geri kazanılan haklar Kürt ulusal kimliğiyle alakalıysa PKK-BDP siyaseti için ölüm-kalım meselesidir. Yok, eğer gasp edilen haklar veya kazanımlar Müslüman Kürt halkının İslami kimliğiyle alakalıysa Kürt ulusalcıları tarafından “içi boş bir kabak” muamelesi yapılması kesindir. Kürt ulus kimliği ve kadroların taleplerine tartışmasız üstünlük tanıyan bu söylem biçimi hem bir tuzak hem de bir dayatmadır.
Bu toplum Müslüman bir toplumdur. Şimdiye kadar Türk ulusçuluğuna boyun eğmemek, teslim olmamak için mücadele etti, ediyor. Kürt ulusalcılığına da boyun eğmemek, teslim olmamak üzere aynı şekilde mücadele edeceği konusunda anlaşılan birilerinin hala derin şüpheleri var. Oysa Türk ulusal kimlik ve sembollerini dayatan kadroları tasfiye eden toplumsal iradenin Kürt ulusal kimlik ve sembollerini dayatan iradeyi de tasfiye etmemesi için makul hiçbir sebep yok ortada.