Kürtler ve BDPnin ikilemi

Şahin Alpay

Doğu Anadolu Kalkınma Ajansı'nın (DAKA) davetiyle ziyaret ettiğim Van, Bitlis, Muş ve Hakkari illerindeki Kürt aydınları ve sivil toplum temsilcileriyle yaptığım sohbetler, Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) bölgedeki rolünün farklı yüzlerini daha iyi görmeme de yardımcı oldu.

BDP, Kürt çoğunluklu bölgede yüksek oranda oy topluyor, çünkü Kürt kimliğini inkar, yasak ve zorla bastırma politikalarına tepkinin; Kürt kimliğinin tanınması talebinin başlıca sözcüsü durumunda. BDP, PKK ile aynı tabanı paylaşıyor, ama silahların susmasını, barışçı-demokratik mücadeleyi savunuyor. Bu nedenlerle BDP ile PKK'yı aynı kefeye koymamak gerektiği gibi, BDP'nin katkısı olmaksızın ne Kürt sorunu çözülebilir ne de silahların susması sağlanabilir. BDP muhakkak ki, gönüllü ya da zoraki, Kürtlerin önemli bir kısmının desteğine sahip ve Parlamento'da mutlaka temsil edilmeli. BDP'nin bir yüzü muhakkak ki bu.

Ne var ki, BDP'nin başka bir yüzü de var. Bırakın ülkenin geri kalanındakileri, Doğu ve Güneydoğu'da yaşayan Kürtlerin tek temsilcisi olmaktan çok uzak. Bununla sadece Kürtlerin önemli bir kısmının Adalet ve Kalkınma Partisi'ne oy verdiklerini; Kürt sorununun çözümünü programlarının merkezine oturtan başka siyasi partilerin, yani Katılımcı Demokrasi Partisi (KADEP) ile Hak ve Özgürlükler Partisi'nin (Hak-Par) varlığını ve BDP'ye itibar etmeyen Kürt aydınlarının sayısının giderek artmakta oluşunu kastetmiyorum. Bölgede görüştüğüm Kürtlerin dikkate değer bir kısmına göre, eğer silahlar susacak, özgürleşme ve zenginleşme ilerleyecek olursa BDP'nin etkisi giderek marjinalleşecek. BDP böyle bir ikilemin içinde.

Bu bağlamda, geçmişte DTP'den aday olan bir sivil toplum temsilcisinin söyledikleri dikkate değer: "Eğer 'demokratik özerklik' Kürt çoğunluklu bölgenin BDP yönetimine terk edilmesi anlamına gelecek ise bu Kürtler için bir facia olur; zira BDP otoriter bir parti..." Kısacası, bölgede genişleyen bir kesimin BDP'nin rolü hakkında farklı değerlendirmeleri olduğu muhakkak. BDP'nin gerek anayasa değişiklikleri için halkoylamasını boykot çağrısının gerekse arkasında durduğu "Kürt Eğitim ve Dil Hareketi"nin anadilde eğitim talebiyle bir hafta süreyle "okulları boykot" çağrısının Hakkari dışında fazla etkili olmamasının bir nedeni bu.

Ne var ki BDP'ye yakınlık duysun veya duymasın bölgede görüştüğüm kimselerin üzerinde ittifak ettikleri iki temel talep var. Biri, Türkiye'nin birlik ve bütünlüğünü güven altına alacak yeni, sivil ve demokratik anayasanın Kürt kimliğini tanıması, en azından herhangi bir etnik kimliğe gönderme yapmaması. Öteki ise anadilde eğitim hakkının sağlanması. Siirt ve Mardin'de görev yapan Kürt sınıf öğretmenleri ile yaptığım sohbet, bu bağlamda ilginçti. "İki Dil Bir Bavul" filminin, her ne kadar büyük bir yaraya parmak basıyor ise de, gerçeğin bütününü yansıtmadığını söylediler. Çocukların büyük kısmı okula hatırı sayılır ölçüde Türkçe bilerek geliyorlardı. Öte yandan Kürt öğretmenlerin dahi konuştuğu dil, Türkçe ile Kürtçenin karışımı olan bir dildi. Anadilde (veya benim savunduğum gibi "iki dilli") eğitim yapılabilmesi için, öncelikle Kürtçe öğreteceklerin düzgün Kürtçe öğrenmelerinin sağlanması gerekecekti. Öğretmenlerin anlattıkları, anadilde eğitim konusunda sadece zihniyet değişimi olarak değil, hazırlık olarak da zamana ve sabırlı olmaya ihtiyaç olduğunu düşündürdü.

Çok şükür, Kürt kimliğini inkar politikaları son buldu. Büyük çoğunluğuyla Türkiye yurttaşlarının önemli bir bölümünün Kürt olduklarını, Kürtlerin anadillerini ve kültürlerini özgürce yaşamaya hakları olduğunu kabul ediyor. Ne var ki, Van ve Hakkari'nin arkasındaki yüksek tepelere 1990'larda koca harflerle yazılan "Ne mutlu Türk'üm diyene" sloganı evet iyice soluklaşmış, ama hâlâ yerinde duruyor. Artık tümüyle bir "tarihi kalıntı" niteliğini kazanan, çağ dışı kalan, "Demokratik Açılım"ın ruhuyla tamamen çelişen bu sloganı yerinden kaldırma zamanı gelip geçmedi mi?

ZAMAN