Kürt Sorununun Asli Muhatapları Bilinçlenen Müslümanlardır

HAMZA TÜRKMEN

[Özgün Duruş gazetesinin düzenlediği Kürt sorunun muhataplarıyla ilgili soruşturmasına, bana gönderilen sorular bağlamında cevabi bir yazı kaleme alıp gazeteye göndermiştim. Yazı, başlığı değiştirilerek ve yolladığım metinden seçmeler yapılarak yayınlandı. Gazetenin soruşturmada “Müslümanlar bugünkü reel ortamda Kürt sorununun üçüncü tarafı, tarihi itibariyle ise birinci muhataplarıdırlar. Çünkü İslami aidiyetleri tezyif edilen ve ana dili yasaklanan Kürt halkı, içinde yaşadığımız coğrafyada aidiyet olarak görece İslam’a en bağlı bir halktı(r)” ifademi ön spot yapması konunun asli muhatabını belirleme açısından aynılaştığımızı gösteren bir güzelliktir. Ancak yazıdaki bütünlük ve mesaj açısından bazı eksik ve yanlış anlamaları telafi edebilmek için Özgün Duruş’a yolladığım yazının tam metninin yayınlanmasının uygun olacağını düşünüyorum.]

Müslümanların tarihi süreçleri içinde kendilerini tevhid ve adaletin tanıklığına sevk eden vahyi ölçülerle irtibatları zayıflamıştı. TC’nin kuruluş sürecinde aidiyet gösterdikleri İslami kimlikleri nedeniyle ezilmişler, acı bir mahrumluk ve sinmişlik psikolojisi içine itilmişlerdi. Şeyh Said önderliğindeki direniş de, Seyyid Rıza liderliğindeki direniş de üst kimlik olarak dayatılan “Türk ulus kimliği”ne dini tepkilerdi. Şeyh Said Ayaklanması da Dersim Direnişi de Kürtçü bir kalkışma değil, dini reflekslere dayanan karşı koyuşlardı. Ama hemen 1925 Şark Islah Planı ile bölgenin çarşı pazarında Kürtçe konuşmak yasaklandı, ana dilini konuşanlara ocağını söndürecek şekilde ağır para cezaları verildi.

Türk ulusal rejimi, İslam’ı veya dini aidiyetlerini üst kimlik olarak kabul eden Türkiye sınırları içindeki Oğuzları da; Zazaları, Kırmancları, Arapları, Lazları, Azerileri, Rumları, Çerkezleri, Gürcüleri, Ermenileri de ya asimile etmeye ya da katliam ve sürgünlerle boyun eğdirmeye çalıştı. İstiklal Mahkemeleri, modernleşme-batılılaşma anlayışına ve dayatılan seküler temelli Türk Ulusu/”Milleti” tanımına direnen kanaat önderlerinden binlercesini idam etti. 1945 yılına kadar dini kimliğini üst kimlik olarak kabul eden bu coğrafyanın geri kalan insanları da yasaklar, takibatlar, işkence, sürgün ve hapis cezalarıyla susturulmaya çalışıldı ve dayatılan Türkçü ve “Milli”/Ulusal Devletçi elbiseyi giymek zorunda bırakıldı. “Ne Mutlu Türküm Diyene” özdeyişi yeni Türk vatandaşlarının amentüsü haline getirildi.

Dersim Eyaleti’nde gerçekleştirilen katliam, daha önce de Bilad-ı Rum Müslümanlarının bin ikiyüz-bin üçyüz yıldır kullandığı yazı dili ve kültürel birikimi üzerinde yapıldı. İsmet İnönü Dönemi’nde Osmanlı arşivleri vagon vagon hurda fiyatına Bulgaristan’a satıldı. Kur’an öğrenimi, İslami eğitim ve Hacc farizası yasaklandı. Ezan değiştirildi. Bazı merkezi camiler kapatıldı, bazısı da depo veya ahır haline getirildi. Dergâhlar ıslah edilmek yerine imha edildi. Namazın bile kilise formuna uydurularak sıralarda kılınması için resmi plan dâhilinde hazırlıkları yapıldı. Yol ve hayvan vergisi adına dindar köylü borçlandırıldı ve toprakları Atatürk’ün TBMM’ye mebus olarak seçtiği toprak ağalarına yok fiyatına satıldı.

1945’e geldiğimizde halkın muhalif tavrı kanlı ve şedit bir şekilde bastırılmış ve direniş buğz etme gizliliğine bürünmüştü. Çok partili sistemle görece özgürlük ortamından yararlanmak için Sünniler de Aleviler de “karşıtına sığınarak var olma”ya çalıştılar. Ayşe Hür ve Cafer Solgun’un Stockholm Kompleksi kullanımından kalkarak belirttikleri gibi, Aleviler de Sünniler de “katiline aşık olmak” değişinin zebunları oldular. Bir kesim Atatürk’ü Hz. Ali ile eşitledi, bir kesim de Türk milliyetçiliğini ve sembollerini İslam’la eşitledi. Böylece belki bir kesimin dergâhları açılacak diğer kesim de Hacca gidebilecek çocuklarına Kur’an okumasını öğretebilecekti. Bu “sığınarak var kalabilmek” taktiği giderek asimilasyoncu resmi politikanın işine yaradı, Sünniler sağcı devletçi bir çizgiye Aleviler de solcu devletçi bir çizgiye sürüklendi. Birbirleriyle rekabet halindeki bu iki kesimin de ortak paydası aynıydı: Ellerinde salladıkları Türk bayrakları.

Kürt sorunu konusunda İslami kesimin yeterince inisiyatif alamamasının arka planında yatan neden, işte bu süreçti. Sindirilen, asimile edilmeye çalışılan, katledilen, sürgünler yaşayan ve yasaklarla susturulan Müslümanlar; zaten Osmanlı’dan devraldıkları zaaflı din anlayışlarıyla bu mevcut kuşatmayı aşabilme yeterliliğini gösteremiyordu. Tabii ki peşinden sinme, uzlaşma ve karşıtına benzeme inhirafı geldi. Kürt sorunu karşısında suskunluğun ve inisiyatif alamamanın sorumlusu, İslami duyarlılık adına üstlerine düşeni yapmaya çalışan ama mahrumluk içinde büyük acılar ve imkansızlıklar yaşayan Müslümanlar değil, ceberut devlet baskısı ve ulusal kimlik dayatmasıydı.

Müslümanlar üst kimliklerini tevhidi temelde ele alıp gündemleştirme bilinç ve cesaretine ancak 1970’li yılların ortalarından itibaren adım atabildiler. Hayatı, yaşanan fikri ve siyasi sorunları, resmi ideolojiyi vahiy temelli okuma ve sorgulama becerisi, önce öğrenen ve sorgulayan üç sınırlı çevrede 1970’li yıllarda belirginleşti: Düşünce dergisi, Ercümend Özkan ve arkadaşlarının illegal yapılanması ve Aylık Dergi çevreleri. Sonra bu üç havza ve benzerlerinde belirginleşen birikim ve söylem haftalık Şura, Tevhid, İslami Hareket ve Hicret dergileriyle en fazla,  İslami duyarlılığı güçlü olan genç Akıncılar camiasına taşındı. Bu çizgi İran İslam Devrimi’nin ve 12 Eylül 1980 Darbesi’nin ardından da 1980’li yılların ortalarından itibaren cemaatleşmeye veya Müslümanlar arasında inisiyatif tutmaya başladı. Biz bu çizgiye “Tevhidi uyanış süreci” diyoruz. İşte Türkiye Müslümanları belki ilk defa hayatı Kur’an bütünlüğünde kavramaya ve okumaya bu süreçle başladılar. Ancak Türkiye Müslümanları bu bilinçlenme sürecinden itibaren sağcı, devletçi, milliyetçi ve mezhepçi kirlerden elbiselerini temizlemeye, tevhidi değerler gözlüğüyle halkın sorunlarıyla ilgilenmeye adım attılar. Bu geç kalmış bilinçlenme süreci içinde de Kürt sorunu yeni yeni okunmaya ve Şeyh Said’ten kalan izlerimizi Necip Fazıl, Sadık Albayrak, Mustafa İslamoğlu gibi müelliflerin çalışmalarından tekrar öğrenmeye başladık.

Toplum içinde asıl kutuplaşma batılı  paradigma içinde yer alan sağcı, solcu, milliyetçi veya liberal kesimlerin zıtlaşması ile değil, tevhidi uyanış süreciyle başladı. Çünkü tevhidi uyanış süreci Müslümanlara tekrar üst kimliklerinin İslam olduğunu ve sağcı, devletçi, ulusalcı kirliliklerden arınmaları gerektiğini hatırlatıyordu. TSK’ya bağlı Özel Harp Dairesi yani kontgerille üssü, daha 1970’li yılların başından itibaren tehlike gördüğü komünist hareket kadar İslami (“şeriatçı”) uyanışa karşı yeniden örgütlenmeye başlamıştı. 12 Eylül’den sonra da Türk-İslam ideolojisi, tevhidi İslam’ın önüne barikat olarak kurulmaya çalışıldı. Türkiye’deki tevhidi uyanış süreci hayata adım attığı 1980’li yılların ortaları ve 1990’ın hemen başından itibaren Girişim, Tevhid, Dünya ve İslam, Yeryüzü, Haksöz dergileriyle vahyin sosyal ve siyasal ilgi alanlarını gündemine aldı ve Kürt sorununu da sürekli gündemde tuttu. Mazlumder’in Ankara’da 1992’de yaptığı “Kürt Sorunu Forumu”na İslami cemaat ve kanaat önderi bir çok insan katıldı. Son olarak 2006 yılında Özgür-Der’in İstanbul’da gerçekleştirdiği “Kürt Sorunu ve Müslümanlar” Formu da Müslümanların yakın vadeli çözüm önerilerinin deklare edilmesiyle bitti. Ki 2009 Temmuz ayında Hükümet’in gündeme getirdiği “Kürt Açılımı” da netice itibariyle sözünü ettiğimiz kısa vadeli bu çözüm önerilerini utangaç bir şekilde de olsa yeniden ifade etmeye çalışıyordu.

Müslümanlar bugünkü reel ortamda Kürt sorununun üçüncü tarafı, tarihi itibariyle ise birinci muhataplarıdırlar. Çünkü İslami aidiyetleri tezyif edilen ve ana dili yasaklanan Kürt halkı, içinde yaşadığımız coğrafyada aidiyet olarak görece İslam’a en bağlı bir halktı.  Kürtler, Türk ideolojisinin batılılaşma ve uluslaşma dayatmasına karşı çıktığı ve hem İslami aidiyetine hem fıtri aidiyetine sahip çıktığı için Türkiye’de en fazla zulme uğramış bir halktır.

Zaza ve Kırmanc Müslümanlar kadar, Arap, Azeri, Türkmen, Gürcü ve Laz Müslümanlar da Şeyh Said’in arkasında Türkiye Müslüman halklarına yaşatılan yabancılaşmaya karşı çıkmışlardı. Ama Türkiye Müslümanları kendilerine dayatılan yozlaşmaya karşı direnişlerini devam ettirecek tevhidi değerlerden büyük ölçüde mahrum haldeydiler. Ve sonra da çok bedel ödediler ve sindirildiler.

Bugünkü reel durumda Kürt sorununu farklı perspektiflerle çözmek için üç kesimin ilgisi ön plana çıkıyor: Birincisi, sosyalist kökenden gelen Kürt ulusalcı hareketi. İkincisi, devrimci sol ve İslamcı kökenden gelen demokrat siyasiler ve aydınlar. Üçüncüsü, tevhidi uyanış sürecinden gelen ve İslam’ın siyasal dilini kullanan Müslümanlar.

  1. Birinci kesim, ayrılıkçılık ile eşit şartlarda birleşme eğilimlerini içinde taşıyor. Ayrıca bu kümede Kürtlüğü ırkçı veya kültürel temelli tanımlayan iki eğilim de mevcut. Ama tüm Kürt ulusalcılarının da hedefi, Mustafa Kemal gibi Kürt halkını laiklik temelinde modernleştirmek ve uluslaştırmak.
  2. İkinci kesimi bugün en çok AK Parti kurmay heyeti temsil ediyor. Amaçları ulusçuluğu restore edip Mustafa Kemal’ın 1930 öncesi İttihad Terakki kökenli Orta Asya sarı ırk ve 1930 sonrası Hitit kökenli beyaz ırk Türkçülüğünü aşıp, etnik yapılar arasında çatışmayı yumuşatmak. Irk kökenli Türk ulusu tanımından, kültürel kökenli Türk hatta Türkiye ulusu noktasına gelerek, ulus temelinde etnik yapıların geri çekildiği daha katılımcı ve özgürlükçü bir Türkiye yaratmak. Hedefledikleri Türkiye ulusunu küresel kapitalizme ayak uydurarak çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırabilmek.
  3. İslami kesim ise yakın vadede Kürt halkının doğuştan getirdiği fıtri haklarının iadesini sağlamayı hedeflerken, nihai çözümün ulusçuluğu ve küresel kapitalizmin kuşatmasını aşıp yeniden fıtrat ve vahiyle buluşmakta olduğunu vurgulamaktadır. Bu kesim, tüm ıslah ve inşa amaçlı İslamcı çabalar gibi, en azından Türkiye sınırları içinde tevhidi kimliğe yönelen bütün halkların ve sosyal öbeklerin dayanışmasını hedeflemektedir.  Ve tüm Müslüman halklarla vahdet temelli tevhid ve adaletin sosyalleştirilmesi ile Türkiye ve dünya insanı için bir çekim alanı ve sosyal bir model oluşturulacağı inancındadır. Ancak bu kesim öncelikle mustazaf hale düşürülmüş Müslüman kitleleri ve Müslüman Kürt halkını vahyi ölçülerle ve vahye şahitlikle uyaracak, bilinçlendirecek bir model nesil olmak yükümlülüğü ile karşı karşıyadır.

30-35 yıllık tevhidi uyanış süreci, toplumsal değişim ve bu değişime örneklik için, Kürt olsun veya olmasın bilinçli Müslümanlara, sünnetullah doğrultusunda davranma sorumluluğunu yüklemektedir. Bu sorumluluğa göre de İslami duyarlılığı yaşatmaya çalışan çabalar içinde yer alanlara görev olarak, önce vahyi bütünlüğü kavramış bilgi-inanç-eylem yükümlülüğüne inanan İslami şahsiyetleri mücadele içinde yeşertmek veya kendilerini yetiştirmek ödevi düşmektedir. Olgun, birikimli ve sınanmış İslami şahsiyetlerle de istişare temelli öncü tebliğ ve mücadele öbekleri oluşturmak kaçınılmazdır. Dolayısıyla ilkin iktidar, hatta kitleleşme hedefinden önce, pratik hayatın içinde “İyiliği emr ve kötülükten nehy” bilincine ve yeterliliğine sahip olan ümmet nüvesini veya nüvelerini oluşturmak gerekmektedir.

İslam ümmetini yeniden yapılandıracak birbiriyle irtibatlı tevhidî nüveler, Müslüman kitlelere ve diğer insanlara yaşayarak ve örneklendirerek İslami tebliği götürecek öncülerdir.  Vahyin şahitleri olacak düşünsel ve ameli yeterliliğe sahip öncüler, İslami hassasiyetlerin canlandırılması için her türlü zulme ve sapmaya karşı şartların gerektirdiği mücadeleyi vermelidirler. Ancak gerekli merhaleler sonrasında bizler kitleler hakkında somut açılımlar yapabiliriz. Bu konuda realitemizi görmeli ve bilinçli Müslümanlar olarak şu anki mevcut gücümüzün kitleleşmeye yetecek nitel ve nicel düzeyde olmadığını tartabilmeliyiz.

Kürt sorunu ve Türkiye’de yaşanan diğer sorunlar karşısında her İslami çözüm teklifimizin Türk ve Kürt laikleri tarafından tepkiyle karşılanacağını, hatta Müslümanların güçlenmesi karşısında bu iki laik ulusalcı yapının ittifak bile yapacağını gözden kaçırmamamız gerekir. Bizler köklü çözüm ve dönüşümlere, kendi oluşum veya mücadele safhamızdaki inkılap süreçlerini yaşaya yaşaya adım atabiliriz. Zaten Rabbimiz de “yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?” diye bizi uyarmaktadır.

O halde kitleleri uyarırken sürekliliği hedefleyen sistematik ilk iş, rahmetli Seyyid Kutub’un ifade ettiği  “Yeniden Kur’an Nesli”ni veya Kur’an ümmeti nüvelerini bölge bölge, şehir şehir inşa etmektir. Bunun için de Türkiye tevhidi uyanış süreci açısından, kendi şartlarımıza uygun bu sünnetullah çizgisi dışındaki hayali kurgu ve heyecanlardan, melankolik stratejilerden veya kurallarını ulusal ve uluslar arası sistemin belirlediği reel siyasetin peşine takılmaktan arınmamız gerekmektedir.