Kirli Savaş ve Kesin İnançlıları
Bu ülkede yaşanan savaşın kirli bir savaş olduğunda kuşku yok. Ancak söz konusu savaşı kirli kılan tek başına devlet değil her iki taraftır, her iki tarafın kirli iş ve ilişkileridir. Biraz geriye dönüp, sürecin ayrıntılarına bakıldığında, savaşta ölenlerin çok azının çatışmalarda öldüğü görülecektir. Ölümlerin geneli, kaos yaratmak ve halkı sindirmek maksadıyla devletin masum insanları katletmesi; örgütün taraftar toplamak üzere sivilleri öldürüp devletin üzerine atması ve korku yaratmak için başta korucu aileleri olmak üzere Kürtleri öldürmesi; örgüt içi ve ordu içi infazların sonucunda gerçekleşmiştir. Kaldı ki çatışmalarda ölen ya da öldüğü bilinenlerin ne kadarının ölümü temizdir, belli değil. Doksanlı yılların kirli arşivleri açılıp, savcılar derinlikli soruşturmalar başlattıkça, o dosyalardan oluk oluk kirlerin akacağını göreceğiz. Üstelik hiçbir taraf bu pislikten paçasını kurtaramayacak.
Burada kimin daha fazla sivili öldürüp öldürmediğine girmek anlamsız. Bu tartışma nicelikperestlere kalsın. Çünkü asıl önemli olan savaşın namusunu yitirdiği gerçeğidir. Namussuzluğun en büyük mağduru elbette Kürtler olmuştur ancak, bu Türklerin (ya da diğer kavimlerden insanların) mağdur olmadığı anlamına gelmemelidir; bilakis onlar da çeşitli biçimlerde ve oranlarda mağdur olmuşlardır. En başta sebebini, amacını, nasıllığını bilmedikleri bir savaşa sürüklenerek hayatlarını kaybetmişlerdir. İtilaf devletleri tarafından Çanakkale’ye sürülen sömürge Müslümanları gibi, savaştıkları kesim kendilerine yanlış tanıtılarak kandırılmışlardır. İnançları istismar edilerek, kutsal bir savaş yürüttüklerine ve de ölünce şehit olacaklarına inandırılmışlardır. Kısaca baştan sona yalanlar üzerine kurulu bir savaşın kurbanı olmuşlardır. Aynı akıbeti Kürtlerin de benzer şekilde yaşamadığını kim iddia edebilir?
Kirli savaş, zihinleri de kirletmiştir. Doğru ile yanlışı ayırt etme gücünü (mümeyyizlik vasfını veya farukluğunu) yitiren halk, zayıf bırakılmışlığının (mustazaflığının, sömürülmüşlüğünün) tezahürü olarak kirli savaşın kesin inançlı taraflarından biri haline getirilmiştir. Bu mustazaf halk, bir kısmı devletin, bir kısmı örgütün kesin inançlıları olarak ikiye bölünmüş ve kirli bir savaşın partizanı durumuna düşürülmüş durumda.
Öte yandan, kirli iş ve ilişkilere dair her gün ortaya çıkan yeni bilgi ve belgeler, Kürt ve Türk halkının Kürt sorunu üzerinden nasıl istismar edildiğini de gözler önüne sermekte. Yıllarca devletin ve örgütün dezenformasyon, yalan ve hakikati propagandaya kurban etmesi sonucunda karışan zihinler, şimdilerde bu gerçeklerin ortaya çıkmasıyla daha da karışmış durumda. Ancak tüm bu karışıklıklar kesin inançlıların inancını sarsmaya yetmiyor. Çünkü her iki kesim de kendi medyasının, kendi ordusunun, kendi STK’sının, kendi siyasetçisinin iddialarına iman etmekte tereddüt etmiyor.
Türk ordusunun sınırötesi hava operasyonu sırasında 7 sivilin öldürülmesi olayı ile 11 Eylül’de Şemdinli’de çeşitli hedeflere karşı (ki HPG açıklamasına göre bu hedefler arasında içinde doğal olarak sivillerin de yaşadığı jandarma ve polis lojmanları da var) PKK’nin altı ayrı koldan gerçekleştirdiği saldırıda ölen 4 sivilin failinin kim olduğuna dair tartışmada aynı durum söz konusu. Kendi tarafının iddialarına şeksiz şüphesiz iman etmiş olan kesin inançlılar, yapılan açıklamalara şüpheyle bakan temkinli yaklaşımları mahkum etmekten de geri durmuyorlar. AK Partili bir kesin inançlı, AK Partinin hükümeti döneminde devletin sivillere zarar verecek bir eylemliliği yapmayacağını kesin bir yargıyla söyleyebilirken, aynı şeyleri bir BDP’li de PKK için ifade edebilmektedir. Oysa kirli savaşın bize öğrettiği şey, en fazla kirletilen şeyin “bilgi/enformasyon” olduğudur. Bu da bu konularda metodik bir şüpheyi zorunlu kılmaktadır. Ancak kirli savaş sadece aklı değil vicdanı da esir aldığından tavırlarda belirleyici olan sadece partizanlık ve tarafgirlik duygusudur.
Evet, Kürt sorunu denen şeyin, aslında yalnızca Kürt sorunu olmadığını, bize Kürt sorunu olarak anlatılan durumun birçok başka durumu örtmek için de kullanıldığını artık toplum olarak biliyoruz. Sapla samanın birbirine karıştırıldığı bu konuda, doğru bir ayrımın ve bu ayrıma uygun yeni bir metod ve dilin geliştirilmesi maalesef bu entegrist katılık nedeniyle kolay görünmüyor.
Biliyoruz, bu yaklaşımımız nedeniyle kesin inançlılardan kimileri bizi, “Devlet ile PKK’yi bir tutmakla”, “Kürtlerin haklı savaşından yana olmamakla”, AKP’cilikle; kimileri de Kürtçülükle veya PKK’cilikle suçlayacaklar. Zaten kesin inançlılık en fazla bu tavırda tebarüz etmektedir.
Bu noktada yaşanan sürecin bir parçası olarak, fakat kirli savaşın da tarafgiri olmayarak adil bir tavır ortaya koyma ihtiyacını, bize göre ancak adaleti ayakta tutmakla sorumlu kılınan Müslüman toplum karşılayabilir. Ancak ateşten gömlek giymekten farksız olan bu sorumluluğu yerine getirmek önce meseleyi doğru fıkhetmek, sonra da bedel ödemeyi göze almak, istikamet ve istikrarla mümkün.