İki toplumun sorunu algılayış biçimi
Kürt sorunu bir sistem sorunudur. Ulusçuluğa dayalı bir devlet kurulurken toplum, bütünlüklü ve derin bir toplum mühendisliğiyle yeniden inşa edildi. Devlet bir yandan var olan kavmi gerçeklikleri topyekun yok sayıp tek bir ulusun bu topraklarda yaşadığını ve herkesin Türk olduğunu söyleyerek toplumu tekilleştirirken, diğer yandan bunun bir sonucu olarak toplumda bu toprakların tarihinde görülmemiş bir ayrışmaya yol açtı.
Küçük topluluklar hızlı bir şekilde yeni ulusal sisteme entegre olurken Kürtler kalabalık nüfusları ve köklü gelenekleriyle uluslaşma sürecine direnen tek topluluk oldu. Bu durum sistem tarafından bölücülük olarak değerlendirilip Kürt halkı Türkiye’deki diğer tüm halklara düşman bir topluluk olarak sunuldu. Ülkeyi bölmek isteyen dış mihrakların oyununa gelmiş bir iç mihrak olarak gösterildi.
Devlet bu söyleminde oldukça başarılı oldu. Çünkü kullandığı enstrümanları devlet enstrümanlarıydı. Eğitimin her aşamasında bölünme korkusu işlendi. Dış güçlerin bizleri bölmek için fırsat kolladığı, bu tehlikeyi atlatmak için de mutlaka milli birlik beraberlik ruhunun kendinde mücessem olduğu “tek millet” olmak gerektiği anlatıldı. Devlet söyleminde Kürtler, dış güçlerin oyununa gelerek Türklüklerini kaybettiğinden “milli birlik ve beraberlik” için potansiyel bir tehlike ve sabıkalı bir topluluktu.
Bu düşmanca yaklaşım, sürekli olarak aralıksız bir şekilde bütün propaganda aygıtları kullanılarak işlendi. Medya araçları ve ordu da aynı amaç doğrultusunda toplumu yönlendirdi. Propaganda o kadar etkili oldu ki, toplumun tüm kesimleri Kürtleri devlet söylemiyle değerlendirir oldular. Kürtlere karşı toplumsal ölçekte bir önyargı gelişti.
Sorunun iki topluma doğrudan-dolaylı etkileri
Kürt sorunu iki toplumu da hem doğrudan hem dolaylı olarak etkiledi ve etkilemeye devam ediyor. İki taraf için sorunun ekonomik, sosyal ve siyasal etkilerin yanında yaşamsal anlamda belirleyici etkileri olmakta.
Ekonomik olarak yüzyıllık süreçte, bu topraklarda yaşayan her ferdin hakkı olan yüzlerce milyar dolarlık muazzam bütçeler bu sorun nedeniyle heba edildi. Göç/zorunlu göç ve benzeri sorunların yarattığı işsizlik, yozlaşma ve bunun suç ortamları doğudan batıya ülkenin sosyal dokusunu karış karış bozdu. Ekonomik anlamda fakirlik ve işsizlik onulması zor sosyal bir yaraya dönüştü. Siyasal olarak ise vesayet sistemini tahkim ederek siyaset, yönetim ve toplumu şekillendirdi. Ve bütün kirli savaş boyunca doğudan da batıdan da çok büyük insan kayıpları ve acılar yaşandı.
Elbette Kürt sorunu toplumun bütün kesimlerini etkilerken, diğer kesimlerle kıyaslanamayacak kadar yakıcı bir şekilde özellikle Kürtleri mağdur etti. İzlenen imha politikaları nedeniyle Kürtler tam bir kıyım yaşadı. Milyonlarca Kürt savaşın doğrudan mağduru oldu; yoksullaştı, aşağılandı, kriminalize edildi, yerinden yurdundan oldu. Yüz binlercesi yaşamını yitirdi. On binlercesi işkenceden geçirildi, gözaltında kaybedildi, sakat bırakıldı ve sair.
Devletin kuşkusuz en büyük başarısı mustazaflaştırdığı toplumsal kesimleri kamplara bölerek, kendisine karşı ortak ve güçlü bir direnç ihtimalini ortadan kaldırmasıdır denebilir. Mustazaflaştırdığı toplumun bir kesimini devletin sahibi olduğu yalanına inandırıp, diğer kesimlerine karşı savaşında askerleştirmeyi başardı.
Milliyetçiliğin, bu operasyona uygun zeminine, yaşanan kanlı sürecin algıları yönlendirmesi de eklenince mustazaf toplum arasındaki kamplaşmada vahim bir durum ortaya çıktı: Devlet söylemine maruz kalan batılı halkın gözünde Kürtler, dağlarda ölen askerlerin temel sorumlusuydu. Durup dururken isyan etmiş, dış mihrakların tahriklerine kapılmış, cahil ve bölücü (bir de kuyruklu!) “komünistler”di. Türklerin algısındaki “iç düşman”lar olarak Kürtler mutlaka ordu tarafından yola getirilmeliydi. Hatta Sivas’tan ötesi yakılsın, gitsindi. Kaldı ki bu algıda ölen Kürtler sünnetsiz/Ermeni dinsiz “teröristler”di. Dolayısıyla geride empati yapılabilecek bir acı bırakmaları zaten imkansızdı. Hangi anne “vatan haini” çocuğu için ağlardı ki?
Giderek, çatışmalı süreçte Kürt sorununun insani boyutları ortadan kaybolmaya başladı. Batılı toplumda gelişen bu tepkisel ve faşist tutum Kürtler arasında da yaygınlaşmaya başladı. Kirli savaşa kurban giden bir Türk için üzülmek, adeta Kürt davasına ihanet gibi algılanmaya başlandı. Bu masumların öldürülmesine tepki gösterenlere, savaşta öldürülen masum Kürtler örnek gösterilerek lisanımünasiple “düşman saflarına” meyletmemeleri öğretildi. İki tarafta da milliyetçilik insani duyguları ve vicdanı fena halde kirletti. Bu nedenle öldürülen bir komiser eşi ya da bir canlı kalkan eylemcisi için üzülmenin, milliyetçiliğe bulaşmış bir zihinde insani ve vicdani bir karşılığı yoktur.