Kürt sorununun çözümünde 'sivil toplum' inisiyatif almaya devam ediyor. Abant Platformu, geçen yaz Türkiye'de yapılan 'Kürt Sorunu: Barışı ve Çözümü Birlikte Aramak' başlıklı konferansın ardından şimdi de Erbil'de aynı konuyu masaya yatırdı.
Bu defa 'diyalog' Türkiye sınırlarını aşmış durumda; Türk'ü ve Kürt'üyle Türkiyeliler ve Kuzey Irak Kürtleri buluştu. Kesinlikle tarihî bir adım bu; bizzat şahit olamadığım için fena üzüldüğüm bir tarih...
Abant'ın ilk 'Kürt sorunu' toplantısının sonuç bildirisinde birlikte yaşam ve çözüm adına uzlaşılan temel ilkeler olarak; 'şiddetin reddi, anadile saygı, demokratikleşme, AB sürecinin devamı ve kapsamlı bir af talebi' öne çıkmıştı. Abant'ın ruhuna uygun bir 'akılcılık' ve 'gönüldaşlık' yaklaşımından süzülen ilkelerdi bunlar.
Ayrıca Abant'ın ilk Kürt konferansında Kuzey Irak Kürtlerine 'kardeşlerimiz' olarak seslenilmiş, bu kardeşlerin 'Kürt Federe Yönetimi ile her türlü dostane ilişkilerin geliştirilmesi' gerektiği vurgulanmıştı. Anlaşılan, Abant Platformu kendi bildirisinin peşine düştü; Kuzey Iraklı 'kardeşler'le Kürtlerin ve bölgenin geleceği konuşuldu Erbil'de. Verilen mesajların ana teması; kader birliği. Sınırın hangi tarafında olursa olsun, Kürtlerin ve Türklerin kaderleri ayrı değil. Ya birlikte kurulacak barış, özgürlük ve refah ya da birlikte heba edilecek gençler, kaynaklar ve bir ortak gelecek.
Bunun için ezberleri bozmak, önyargıları yıkmak gerekiyor. Türkiye'nin ev ödevi ise 'kendi Kürtleri' ile barışmak. Uzun bir süredir bu barışın ilk adımları atılıyor aslında; Kürtlerin siyasal temsilleri güçleniyor, bölgesel kalkınma projeleri yaşam kalitesini artırıyor, Kürtçe başta olmak üzere Kürt kimliği üzerine konulan kısıtlamalar gevşetiliyor. Bütün bunlar olurken Türkiye bir yerlere savrulmuyor, aksine coğrafyasında daha da derinleşiyor. Çünkü, kendi Kürtleriyle barışan bir Türkiye bölgenin de çekim merkezi oluyor. TRT Şeş Kürtçe yayına başladı, ne oldu? Türkiye bölündü mü? Tam da tersi; Türkiye'nin etrafında yeni halkalar oluşuyor.
'Geleceği birlikte kurmak' için Kürt ve Türk milliyetçiliklerinin çocukluk hastalıklarından sıyrılmak şart. Bunların başında da devlete, devletin 'bekâ'sına veya devletin 'inşa'sına odaklı bir milliyetçilik anlayışı var. Toplumu 'homojen bir bütün' olarak gören, daha da vahimi bu homojenliği inşa ve muhafaza etmek için devlet otoritesinin faşizan bir tarzda kullanılmasına cevaz veren bir anlayış 'birlikte yaşamak ideali'nin önündeki en büyük engel. Toplumsal barış ve özgürlükçü bir rejim 'devlet eliyle bir ulus yaratma' ülküsüne kurban gidiyor. Çünkü bu süreç toplumu bölüyor devleti otoriterleştiriyor, ayrıca ikisi için de bir meşruluk zemini yaratıyor.
Dolayısıyla, Kürtlerle bir arada yaşayabilmenin önkoşulu, 'devlet için devlet tarafından' ulus yaratma anlayışından, devletin 'zorla' inşa etmeye çalıştığı suni, yalancı ve hayalî bir millet arayışından vazgeçmek, bu arayışı kutsamayı bırakmak.
Aslında 'geç milliyetçilikler'in otoriter, merkeziyetçi ve pozitivist bir toplum mühendisliğine dayanan 'ulus yaratma' projesinin sosyal, siyasal ve ekonomik maliyetlerine katlanmak yerine post-nasyonel bir siyasal modalite mümkün. Ulus-devlet ötesi siyasal modeller ve toplumsal varoluş biçimleri 'icat' etmek yerine Türkler ile Kürtlerin 'tarihsel ve kültürel ortaklıkları' ile demokratik, çoğulcu ve AB üyesi bir Türkiye'de yaşama iradelerini meczedip pratiğe taşımak yeterli.
Kısaca, bu devletin yeniden inşası kaçınılmaz. Demokrasi yoluyla da bu mümkün. Demokratikleşme adımları sürerken, AB sürecinde de önemli mesafeler alınmışken devletin 'yeniden otoriterleşmesi'ne gerekçe olabilecek siyasi tutumlar almaktan kaçınmayı, değişime direnci imkânsız kılacak yeni bir 'dil' geliştirmeyi bilmeli hem Türkler hem de Kürtler. Bunun şartı siyaset yapmak, siyasetin alanını genişletmek ve şiddeti dışlamak.
ZAMAN