Zafer Burakmak / Islah Haber
Başarıya ulaşamayan bir müzakere sürecinden sonra devlet-PKK çatışması tüm hızıyla devam ediyor. Çatışmanın dayandırıldığı zemin olan Kürt sorununun saldırılarla, operasyonlarla çözülemeyeceğini belirten Türk ve Kürt kamuoyundan birçok yazar-aydın bulunuyor. İktidar partisi olan AK Parti'ye sorunun şiddetten uzak müzakere yoluyla çözülmesi gerektiğini belirten birçok Türk aydını bulunmasına rağmen, Kürt aydınlarından PKK'ye karşı çok daha zayıf bir ses yükselmekte. Eleştirenler de daha çok PKK'ye rakip sayılabilinecek siyasal çizgilerde olduğu için pek dikkate alınmamakta. Kemal Burkay, İbrahim Güçlü gibi rakip örgüt, camialardan sayılmayacak biri tarafından yazıldığı için 'Silahları Gömmek' isimli kitabıyla Orhan Miroğlu'nun eleştirileri önemli. Çünkü kendisi HADEP, DEHAP ve DTP'nin başkan yardımcılığı yapmış olduğundan, hem "içerden" biri hem de PKK'ye yakın çevreler tarafından tanınmakta. Gerçi son dönemde bu kesimle sorunlar yaşadı ama bunun kaynağı da yine Miroğlu'nun silahlı mücadelenin artık miadının dolduğu görüşü. Kitabın müzakerelerin olumlu geçtiği dönemlerde yazılmaya başlandığı ama müzakerelerin sonlanmasıyla dilin değiştiği fark ediliyor. Ki yazarın kendisi de kitabın sonunu silahsız bir gelecekle bitireceğini hayal ettiğini belirtiyor.
Everest Yayınları'ndan çıkan 'Silahları Gömmek' kitabında, Miroğlu, PKK'yi özellikle Öcalan'ın Türkiye'ye getirilişinden sonraki dönem itibariyle inceliyor ve PKK'nin çıkmazlarını ortaya koyuyor. Kürt sorununda şiddetin miadını doldurduğunu ve PKK'nin silahlı eylemlerine son verip, siyasal mücadeleye yönelmesi gerektiğini belirtiyor. Kitap, son dönemde PKK'nin düzenlediği saldırılarda hayatını kaybeden sivillere isimleri zikredilerek ithaf edilmiş. Yazar ilk sayfada daha önceki kitaplarını ve ithaf ettiği isimleri de yazarak hem kitaplarının bir nevi tanıtımını yapıyor, hem de devlet-PKK şiddetine karşı konumunu belirtiyor. Zira daha önceki kitapları Uğur Kaymaz, faili meçhullere kurban gidenler, Xezal Berü, Mizgin Özbek, Rozerin Aksu ve Bitlisli Hogır gibi devlet tarafından katledildiği belirtilen kişilere ithaf edilmiş bulunuyor.
Kitap, Kürt sorunu üzerine güncel konuları içerdiği için, biraz dağınık duruyor. Kitabı oluşturan sekiz bölümün konuları çok iç içe ve tekrar içermekte. Bunun nedeni gazetelerde yayınlanan makalelerden yola çıkılmış olması.
Konu ettiği ve muhatap kitle olarak incelediği PKK'nin bir MİT projesi olduğu tezlerine yazar şöyle cevap veriyor; (1970'li yıllarda) Toplumsal talep ve uyanış öyle bir haldeydi ki, değil MİT gibi ulusal bir istihbarat teşkilatı, İran'ın SAVAK'ı, İsrail'in MOSSAD'ı bile istese gelip Diyarbakır'da bir Kürt örgütü kurar ve taraftar bulabilirdi. Dolayısıyla öne sürülen iddialar gerçekten doğruysa ve PKK başından beri bir devlet tasavvuru idiyse(…) bu durumda 'yaşadığımız trajedinin müsebbibi, PKK'yi kuranlar mı, yoksa devletin ve MİT'in kendisi midir?' sorusunu sormak ve bu soruya cevap aramak gerekiyor. Bugün gelinen aşamada, PKK'yi siyasi manada anlaşılmaz kılmak, bir suç örgütü düzeyinde algılanmasını sağlamak için, " Bakın aslında PKK'yi MİT kurmuş" demenin ve faturayı tamamen Öcalan'a, PKK'yi kuran kadrolara çıkarmanın hiçbir inandırıcılığı ve faydası yok" (s. 8)
Abdullah Öcalan'ın Türkiye'ye getirilişinden sonra özellikle son dönemlerde -müzakerelerin başlamasından sonra- Öcalan'a PKK çevreleri tarafından 'Kürt Mandelası' denmişti. "Bütün yeryüzünün ve Güney Afrika'nın bir tek Mandela'sı vardır. Ama bütün yeryüzünün ve bütün Kürtlerin bir Öcalan'ı yoktur." (s 26) diyenyazar, Afrika Ulusal Kongresi Başkanı Nelson Mandela'nın müzakere yöntemi ile Öcalan'ın İmralı sürecini inceleyerek, Mandela'nın müzakere dönemlerinde hiçbir tahrike kapılmadan şiddetten uzak durduğunu belirtiyor ve Öcalan'a müzakerelerin silahsız yapılması gerektiğini bu örnekle gösteriyor.
DEVLET PKK'NİN SİYASALLAŞMASINA İZİN VERMEDİ
Aslında sorun sadece Öcalan'ın şiddeti terk etmesiyle bitecek bir sorun değil. Çünkü Türk devletinde de çatışmaların bitmesini istemeyen bir çizgi var ve bunlar PKK'nin silah bırakıp siyasallaşmasını istemiyorlar. Öcalan'ın Şam'dan sonraki süreçte Avrupa'da kalmasının PKK'nin silahsızlanıp, siyasallaşması için bir fırsat olduğunu savunan yazar, Öcalan'ın Türk devletince apar-topar Türkiye getirilerek fırsatın kaçırıldığı tespitinde bulunuyor; "Bekaa'da orduya karşı on beş yıl mücadele yürüten Öcalan'a yıllardır Suriye'nin baskılanması yoluyla herhangi bir müdahalede bulunmayı aklına getirmeyen Türkiye, "politik bir açılım imkânlarını aramak için Avrupa'da kalmak isteyen bir Öcalan'ı kabul etmeye" yanaşmamıştı"( s. 85) Öcalan'ın Türkiye'ye getirilişindeki şiddetten uzak dilin daha sonra değiştiğine değinen yazar bunu, İmralı'nın -bugün Ergenekon yapılanmasında olduğu bilinen- subaylar tarafından kuşatılmasına ve Türkiye'deki değişimi kavrayamayarak halen 'sorunu çözebilecek gücün ordu' olduğunu düşünmesine bağlıyor. Tabi Öcalan'ın genetik kodlarında da militarist bir mantık olduğu için, bu kuşatma daha etkili oldu. Silaha ve orduya oynayan Öcalan, sivil hükümetlerle değil askerle anlaşmak istedi. Miroğlu'na göre, bir diğer kuşatılmışlık ise PKK ile BDP üzerinde sol kesimlerce yapılmakta. BDP'nin periferisinde siyaset yapan sol aktörler, PKK medyasını yazılarıyla etkilemeye devam ediyor. Bu da BDP'de, salt AK Parti karşıtlığı oluşturarak BDP'nin çözümün değil, çatışmanın bir parçası olmasına sebep oluyor.
Bu kuşatılmışlıklar model alınmış olacak ki, PKK'nin kendisi de Kürt toplumunu KCK ve Demokratik Özerklikle kuşatmaya çalışıyor. KCK'nin legal Kürt siyasetini işgal ettiğini belirten yazar, KCK davasını ise "KCK: Zaman ve Tarih Dışı Bir Model Olsa da" başlığı altında şu sözlerle eleştiriyor; "KCK yapılanması diye bir yapılanma var ve bu yapılanma sivil Kürt hareketiyle ucu bucağı olmayan bir ilişkiler ağı içinde bulunuyor. Siyasi hayatı denetliyor, kontrol ediyor, gündem belirliyor. KCK şiddet uyguluyor, yargılamalar, infazlar yapıyor, mevcut hukuk sistemini tanımıyor ve sivillere karşı hak ve yaşam ihlallerinde bulunuyor. Bütün bunlar gerçek. Ama özellikle Diyarbakır'da açılan davada bu suçların birçoğu yok. Bu dava ağırlıklı olarak Kürt siyasetiyle uğraşan insanların birbirleriyle olan münasebetleri üzerine oturtulmuş."(s 232)
DEMOKRATİK ÖZERKLİK'İN TEMELİNDE JAKOBENİZM VARDIR
"Aynı camianın farklı kurumları ve partileri olan BDP-DTK ve KCK içinde benimsenmiş farklı demokratik özerklik modelleri" olduğuna dikkat çeken yazar, " DTP'nin (bu parti daha sonra kapatıldı) 2007'de mecliste dağıttığı ve BDP'nin sahiplendiği demokratik özerklik programı büyük oranda Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik şartına uygundur ve açıkçası bu sözleşmedeki ilkeler göz önüne alınarak ve benimsenerek hazırlanmıştır. Ama DTK'nin deklare ettiği metin bambaşka bir metindir ve komünal siyasi örgütlenmeyi öngören bir anlayışla hazırlanmıştır." (s. 252), tespitinde bulunuyor. DTK'nin ilan ettiği metinde 'halkı siyasi irade yapma' hedefinin altını çizen yazar, "Bu anlayışın tarihteki adı jakobenizmdir ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş hikâyesi bu jakobenizmin yol açtığı sorunlarla doludur(…)Türk jakobenizmi, nasıl ki, toplumsal ve ulusal kurtuluşu, yukarıdan aşağıya yeniden tasarladıysa, Kürt jakobenizmi de Kürtlere aynı şekilde siyasi irade kazandırmak istiyor" (s. 260) ifadelerini kullanıyor.
Müzakereler devam ederken, PKK'nin, Arap dünyasında yaşanan ayaklanmalardan ilham alarak yeni bir savaş başlattığı tezine dayanan yazar, bu savaşın miladının da Demokratik Özerkliğin ilan edildiği gün gerçekleşen Silvan eylemi olduğunu belirtiyor.(s 260)
Kitapta, devletin savaşla kazanamayacağını anladığı ama buna karşın PKK'nin hala savaşı bir araç olarak kullanmak istediği ve onu ikna edebilecek tek gücün de Kürtler olduğu savunularak, Kürtlere şu çağrı yapılıyor; "Arapların demokrasi ve adalet talepleri nasıl ki bütün dünyada alkışlanıyorsa Kürtlerin alkışlanması da bizzat Kürtlerin elindedir. Bunun için değişimi kabul etmek, şiddet yönetimini terk etmek gerekiyor."(s. 274) Farklı bir dönemi yaşadığımızı belirten yazar PKK'ye ise şöyle sesleniyor; Savaş şikeleri tarihe karıştı. Karakol baskınları sırasında uçmayan Heronlar olmayacak artık. Yaşları on beş-yirmi arasındaki Kürt çocuklarını, modern bir ordunun karşısına çıkarmanın hesabı sorulacak ve kuşku yok ki, her bir ölüm sorgulanır hale gelecek.(s. 295)
ÖLÜMLERE DAVETİYE ÇIKARTACAK CÜMLELER KURMAK ZOR
Öyle görünüyor ki kitap, yazarın gazetelerde yazdığı makalelerin zenginleştirilmesiyle yazılmış. Bu yüzden de konu bütünlüğü kurulamamış.
Her ne kadar kitabın muhatap kitlesi Kürt halkı ve PKK tabanı olsa da kitapta devlete/iktidara yönelik eleştiri ya da çağrıların olmaması eksiklik olarak görülebilir. Silahların susması için iktidara yönelik yapılan en belirgin çağrı sadece " Kürt sorununun çözümü, eylemlere katılmamış bin-iki bin PKK'linin eve dönmelerini sağlamakla değil, PKK içindeki pozisyonu ne olursa olsun herkesin yapılacak düzenlemelerden eşit oranda yararlanmasını sağlamaktan geçiyor. (S 297)" cümleleri. Bu konudaki eleştirimizi artırabiliriz. Ama söz konusu silahların susması için yapılan bir çağrı olunca yöneltilen her bir eleştiri, ölümlere meşruiyet kazandıracaktır ve bu durum bile eksiklik sebebini yeteri kadar açıklamakta. Akan her bir damla kan, Kürt ve Türk toplumunda milliyetçilik duygularını kabartıyor ve sorunun daha da kangrenleşmesine sebep oluyor. Türkiye'nin değiştiği ve bazı adımları attığına/atmak istediğine ikna olmuş olan Miroğlu'nun Kürt halkının gasp edilmiş hakları için mücadeleyi bırakma çağrısı yok. Tam aksine silahsız, sivil bir muhalefetin daha fazla baskı yapacağına olan inancın yarattığı heyecanı hissediliyor. Biz de doğrusu, rakip görülen tüm kesimlere yöneltilebilecek olan silahların -ki geçmişte yaşanmış örnekleri mevcut- Kürtlerin güvencesi olamayacağına inanıyoruz.
Artık silahları konuşturmanın Kürtlerin haklarını savunmakla açıklanamayacağı anlaşılmalıdır. Çünkü yeri geldiğinde, PKK liderinin talebini, silahsız, sivil Osman Baydemir'in veya Selahattin Demirtaş'ın daha gür bir sesle söyleyebildiğine şahit olabiliyoruz.
Kitabın eleştirilecek birçok yönü olabilir ama bir Kürt aydını için PKK'ye karşı, böylesine yapılması zor hatta riskli sayılabilecek bir ses yükseltmek kirli savaşın durması için önemlidir ve Kürt kamuoyunda da desteklenmelidir. Çünkü Kürtlerin gasp edilmiş haklarını talep eden toplulukların yanında PKK'nin şiddet eylemlerinden de rahatsızlık duyan büyük bir kitlenin var olduğu aşikâr. Orhan Miroğlu, 306 sayfalık kitabında bu kitlenin sözcülüğünü yapıyor.