Siyaset ve şiddet arasındaki ilişki geniş bir yelpazede değerlendirilebilir ama son dönemde bizleri iki yorum ilgilendiriyor.
Bunlardan biri siyasetle şiddet arasında bir geçişlilik ve devamlılık olduğunu söylemekte. Bu tezin savunucularına göre siyaset nasıl şiddeti kapsıyorsa, şiddet de siyaseti kapsıyor. Diğer uçta ise siyasetle şiddetin kategorik olarak birbirini dışladığı tezi var. Çünkü siyaset konuşmaya dayanıyor ve konuşmanın mümkün olması, sürmesi ve ilerlemesi ancak şiddetin olmaması ile mümkün.
İlginç olan nokta, her iki yaklaşımın da savunucuları kendilerini 'demokrat' olarak sunuyorlar. Ne var ki söz konusu iki tez sadece birer 'fikir' değil, aynı zamanda birer 'tarzı' da işaret ediyor ve bu iki tarz zihniyet olarak birbirinden tümüyle farklı yapıda. Dolayısıyla da bu görüşlerin ikisinin birden 'demokrat' olma ihtimali yok. İlk yaklaşım siyasetin 'zaten' ve 'doğal olarak' şiddeti içerdiğini öne sürmekte ve buradan hareketle de şiddeti bir tür siyaset, hatta siyasetin bizzat kendisi olarak sunabilmekte. Bu önermenin geçerli olması, beşeri çözümlerin esas olarak güçler mücadelesinin tezahürü olduğu kabulünün ötesine geçerek, bu yolu normatif olarak da savunmayı gerektiriyor. Diğer bir deyişle hak ve özgürlüklerin elde edilmesini, 'güç siyasetine' bağlıyor. Böylece hayat, kendi doğrularını ötekilere kabul ettirmeye çalışan aktörlerin savaşı olarak tasavvur ediliyor. Bunun sonucunda bir ortak zemin olarak ahlaki alan kalmıyor. Hedef kendi amaçlarını gerçekleştirmek olarak sınırlandığında, ötekinin ne yaşadığının anlamı kalmadığı gibi, öteki ile kurulacak bir ahlaki zeminin de değeri sıfırlanıyor. Bu yaklaşım otoriter zihniyetin klasik örneklerinden birini teşkil ediyor ve kendilerini 'demokrat' sanan birçok kişinin gerçekte nerede durduğunu gösteriyor.
İkinci tez ise konuşmayı önemseyen, hatta gerçekçi bir bakışla, onu haddinden fazla yücelten bir tutuma sahip. Sanki her şey, her karar, her çözüm, ancak konuşma içinde meşrulaşıyor ve değer kazanıyor. Dolayısıyla konuşmayı engelleyen her eylemin zararlı olduğu söylenmiş oluyor. Diğer taraftan bu yaklaşıma göre siyaset, temsil yeteneği olan taraflar arasında sistematik bir konuşmayı ifade etmekte. Bu nedenle de şiddet kullanımı aslında siyasetin reddi anlamını taşıyor. Söz konusu yaklaşımın gerekçesi aslında basit: Şiddet kendi doğruları olan ve onları hayata geçirmek için her yolu deneyen bir anlayışın tezahürü. Oysa konuşma ve siyaset, kendi doğruları olsa da, bunların ortak doğrular olmadığını bilen ve 'geçici ortak doğrular' arayan bir anlayışa karşılık gelmekte. Çünkü insanoğlu, her ne kadar inançla kendi doğrularını sahiplense de, bunların 'hakiki' doğrular olup olmadığını bilemez ve hiçbir zaman da bilemeyecektir. Bu nedenle beşeri çözümler konuşma ve siyasete muhtaçtır. Aksi halde çözüm sanılan şey ya gerçekleşemez, ya kalıcı olamaz, ya da olağanüstü bir insani maliyete neden olur ki bu durumda da meşru olmaz. Demokrat zihniyetin algısı budur... Bu bakışa göre her beşeri karar bir ahlaki zemin üzerine oturur ve o zemini pekiştirir. Diğer bir deyişle konuşma ve siyaset ahlak 'oluşturucu' eylem alanlarıdır ve eylemin karşılıklı niteliği nedeniyle 'ortak' bir zemin üretirler. Bu da birlikte yaşama denen şeyi mümkün kılar.
Kısacası siyasetle şiddeti bütünleştiren otoriter zihniyet, "eğer istediğim olursa seninle yaşarım, yoksa yaşamam" demekte. Bu ise, olması gerekeni karşısındakinden bağımsız olarak saptayan ve şiddeti sürekli bir alternatif olarak tutan bir tavrı ima ediyor. Oysa demokrat zihniyet, "seninle yaşamak istiyorum ve bunun nasıl olabileceğini birlikte aramaya hazırım" diyor. Bu yaklaşımda şiddet kategorik olarak dışlanıyor, çünkü doğrudan birlikte yaşama iradesine karşı. Diğer bir deyişle, otoriter zihniyet kendi hedeflerini öne alıyor, birlikteliğe ise araçsal bakıyor. Dolayısıyla birlikte yaşayabileceğiniz insanların öldürülmesi sorun teşkil etmiyor. Buna karşılık demokrat zihniyet birlikteliği öne çıkaran, onu amaç kılan bir yaklaşım. Tarafların kendi dar istekleri ancak bu genel çerçeve içinde anlam kazanıyor ve zenginleşiyor. Bu nedenle de şiddet sadece birlikteliği değil, şiddet uygulayan tarafın hedeflerini de gayrimeşru kılıyor, çünkü dayanılacak bir ahlaki zemin bırakmıyor.
Türkiye'de devlet on yıllarca otoriter zihniyette davrandı ve bugün ise oradan demokratlığa doğru yetersiz adımlar atmaya çalışıyor. Ama en azından demokratlığın daha doğru olduğunu kabul noktasına geldi. Kürt siyasetinin bu süreci durdurması değil, hızlandırması gerek. Bu ise herhalde adam öldürerek olacak şey değil... Çünkü ölümler zaten birlikteliğin istenmediği mesajını veriyor. Şiddetin bizatihi ayrılıkçılık olduğunu görmekte yarar var. Devlet geçmişte Kürtlerle yaşamak istememişti... Şimdi istiyor gibi. Peki, Kürtler birlikteliği gerçekten istiyor mu? Eğer istiyorsa şiddet ne anlama geliyor?
ZAMAN